14 Kasım 2013 Perşembe

EDİRNE 4-6 Ekim 2013


İstanbul'dan Edirne'ye ulaşmak çok kolay. Otobüsle bile 2.5 saat sürüyor. Biz de bu kez otobüsle geliyoruz Edirne'ye. Bu Edirne'ye 3. gelişim aslında. İlkinde yine arkadaşlarla camileri gezmiştik, ikincisi 2012'de hıdırellez şenlikleri içindi. Blogger olarak gelmek üçüncüye kısmetmiş. Cuma akşamı iş çıkışı, 8 otobüsüyle çıkıyoruz yola. Edirne'ye varıp eve ulaşmamız 11'i buluyor. Yol arkadaşım yine Fatma, rehberimiz ve ev sahibimiz ise Emel. Geçen yıl hıdırellez şenliklerine birlikte gelmiştik. O Tunca Nehri'ne ''Edirne'de öğrenci olayım'' yazıp atmış olmalı ki, sayesinde artık Edirne'de bir evimiz var

Sabah kahvaltının ardından hemen çıkıyoruz evden. Şansımıza güneşli ılık bir sonbahar günü Edirne'de. İstanbul'un fethine kadar 92 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik etmiş bu şehirde gezilecek görülecek çok yer var ama Edirne deyince akla hemen Mimar Sinan ve şaheseri Selimiye Cami geliyor. Biz de Edirne'yi gezmeye Selimiye'den başlıyoruz. Mimar Sinan'ın 90 yaşında yaptığı ve ustalık eserim dediği ve 6 yılda tamamladığı cami neredeyse Edirne'nin her tarafından görünüyor.


Caminin avlusuna 9 ayrı kapıdan girilebiliyorsunuz. 4 minaresi ile heybetle göklere uzanan caminin içi ise ayrı bir huzur veriyor insana. Cami 31.30 metre çapındaki tek bir büyük kubbe üzerine kurulmuş. Kubbeyi ise 8 ayrı fil ayağı sütün taşıyor. Fil ayakları pencereler o kadar güzel yerleştirilmiş ki camiye, insan gezerken Sinan'a ve yaratıcı zekasına bir kez daha hayran kalıyor. 





Caminin bir de ters lale hikayesi var. Rivayete göre, caminin inşa edileceği alan önceden bir lale bahçesiymiş. Ancak bahçenin sahibi ters mi ters bir kadınmış ve bahçesini satmak istememiş. Gel zaman git zaman sonunda camiye bir lale motifi konulması şartıyla ikna olmuş satmaya. Bunun üzerine Sinan da Caminin müezzin mahfilinin mermer ayaklarından birinin altına ters bir lale motifi yapmış. Lale burasının önceden bir lale bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil edermiş söylentiye göre.

Selimiye Cami'nden çıkınca külliyenin içinde yer alan Darül-Kurra Medresesini geziyoruz. Medrese bugün Vakıf eserlerinin sergilendiği bir müze konumunda. Burada Çeşitli vakıflardan toplanan çini, maden, ahşap, hat serleri ile el yazma kuran ve saatler sergileniyor. Müze kartlarımız yanımızda ama ziyaretimiz müzeler haftasına denk geldiği için giriş herhangi bir ücret ödemiyoruz.

Müzenin ardından hemen Selimiye'nin karşısındaki Eski Cami'ye geçiyoruz. Burası Edirne'de Osmanlı'dan günümüze ulaşmış en eski yapı olarak biliniyor. Yapımına 1403'te Sultan I.Süleyman döneminde başlanmış, 1414'te Çelebi Sultan Mehmet zamanında bitirilmiş. Yıllar içerisinde yangın ve depremlerle zarar gören cami bir kaç kez onarımdan geçmiş. Caminin beyaz duvarları üzerine hat sanatı ile yazılan yazılar dikkat çekiyor. 

Selimiye, Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami bir üçgen oluşturuyor Edirne'nin merkezinde. Maalesef Üç Şerefeli Cami'yi bu kez gezmek kısmet olmuyor. Şöyle uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Ancak daha önce burayı gezme şansım olmuştu. Bu fotoğraf Emin Çapa ile yaptığımız ilk geziden. Caminin 4 minaresinin her biri ayrı desenli. Ayrıca minarelerden birisi 3, birisi 2 ve diğer ikisi birer şerefeli. Caminin ilk ve asıl minaresi 3 şerefeli olanmış. Cami de adını zaten bu minareden almış.   



Camilerden sonra Kale içine geliyoruz.  Geleneksel Türk Evlerinin hala yaşatıldığı bu bölge, Edirne'nin en eski semti imiş. Edirne'nin fethi sırasında Kale İçi tek yerleşim yeriymiş ve burada Bizans halkı, Cenevizliler ve Yahudiler yaşarmış. 2 katlı bahçe içinde ahşap evler bulunurmuş. Yangınlar ve depremlerle hasar gören bölgede yapılaşmaya izin verilmesi semtin tarihi dokusunu bozmuş.


Kale İçi'nden sonra Edirne'nin İstiklal Caddesi olan Saraçlar Caddesine geliyoruz. Burası trafiğe kapalı bir cadde, sağlı sollu dükkanlar var bir de sık sık fıskiyeli havuzlar var. ''Edirne'liler sever fıskiyeyi'' diyor Emel.


 



İşte bu da fıskiyelerin en ünlüsü Sevda Çeşmesi. Yine Saraçlar Caddesi üzerinde yer alıyor.

 ''Nehirlerin ve kültürlerin buluşma noktası olan Edirne, Trak, Roma ve Bizans medeniyetlerinin en önemli şehriydi, ayrıca Osmanlı İmparatorluğuna 92 yıl baş kentlik yaptı'' yazıyor üzerinde.

Saraçlar Caddesi'nden Tunca Köprüsü'ne geliyoruz. Bulgaristan topraklarında doğarak Edirne'den Türkiye sınırlarına giren Tunca Nehri üzerinde yer alan Tunca Köprüsünün mimarı Sultan Ahmet Cami'nin de mimarı Mehmet Ağa imiş.


Tunca Köprüsünden geçerek yola devam edince Karaağaç bölgesine geliyoruz. 

İşte bu da Meriç Nehri ve Meriç köprüsü.
Meriç yada diğer adıyla Mecidiye Köprüsü Sultan Abdülmecit döneminde yapılmış. Önceleri burada ahşap bir köprü varmış. Sultan II.Mahmut'un Edirne'yi ziyareti sırasında buraya yeni bir köprü yapılması gündeme gelmiş. Ancak köprünün yapımı bütçe sıkıntıları nedeniyle ancak 1842 yılında Sultan Abdülmecit döneminde başlatılmış ve beş yılda bitmiş. Gün batımının dünyada en güzel izlenebildiği noktalardan birisiymiş burası ancak biz vakit darlığı sebebiyle kalamadık. O da bir daha ki Edirne ziyaretine kaldı artık.


Meriç Nehri de Tunca gibi Bulgaristan topraklarında doğarak Edirne'ye geliyor. Yunanistan ile Türkiye sınırının bir kısmını oluşturan Meriç Edirne'yi ve Batı Trakya'yı suladıktan sonra Ege Denizi'ne dökülüyormuş.


Edirne'ye gelip de meşhur yaprak ciğerini yemeden dönmek olmaz. Meriç kıyısında Lalezar diye bir restaurant var, burada yiyoruz yaprak ciğerlerimizi nefis olduğunu söylemeye gerek yok. Yanında kurutulmuş ve kavrulmuş acı biberle servis ediyorlar. Emel buranın köftesi de güzel deyince sırf tadına bakmak için bir porsiyon da köfte söylüyoruz. O da gerçekten nefis. Bitmedi bir de dondurmalı irmik helvası ve çay.  Bu üçü Edirne'de mutlaka tadılmalı bence. Haa bu arada Lalezar'da yerseniz ciğeri yarım porsiyon söylemeyi unutmayın porsiyonları büyük çünkü. 


Karnımızı doyurduktan sonra yine Karaağaç Semtinde bulunan Lozan Anı'tına geliyoruz. 1998 yılında yapılan bu anıt Lozan anlaşması ile Karaağaç'ın tekrar Türk topraklarına kazandırılmasını ve Lozan Anlaşmasında kazanılan diplomatik zaferi temsil ediyormuş. Anıt üç sütundan oluşuyor. Bunlardan en uzun olanı Anadolu'yu, ikincisi Trakya'yı, üçüncüsü ise Karaağaç'ı simgeliyormuş. Yine anıtta yer alan beton çember, birliği, genç kız figürü; estetik, zerafet ve hukuku, kızın elindeki güvercin barış ve demokrasiyi, diğer elindeki belge de Lozan Anlaşmasını sembolize ediyormuş.
  
Gezimizin bir sonraki durağı eski tren istasyonu. Yine Karaağaç'ta bulunan bu istasyon II. Abdülhamit döneminde yapılmış. Ancak 1. Dünya savaşından sonra Osmanlı Devleti'nin sınırları dışında kalmış.


Lozan Anlaşması ile Karaağaç yeniden Türk topraklarına katılınca istasyon da kullanıma açılmış. Ancak Rumeli  demirolunun büyük bir kısmı ülke sınırları dışında kaldığı için, İstanbul'dan Edirne'ye giden tren Yunanistan'dan geçerek bu istasyona ulaşıyormuş. Bu yüzden yeni demir yolu yapılarak güzergah değiştirilmiş ve yeni gar yapılmış. Trakya Üniversitesi kurulduktan sonrada bu eski gar üniversiteye verilmiş. Eski gar bugün Trakya Üniversitesi'nin Rektörlük Binası olarak kullanılıyor. 

Karaağaç bölgesini bitirdikten sonra yeniden Edirne merkeze gelip Saray İçi'ne gidiyoruz. Burada Eski Saray'dan kalanları, Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alanı ve Balkan Şehitliği'ni göreceğiz. Minibüsten inerken şoför uyarıyor ''belli bir saatten sonra buralar pek tekin değildir karanlığa kalmayın''. Minibüsten indikten sonra biraz yürümemiz gerekiyor, zaten sonbahar gün erken bitiyor, o yüzden biz de biraz telaşlanıyoruz. 
Telaşlanıyoruz ama yol kenarındaki böğürtlenlerden de yemeyi ihmal etmiyoruz. Biraz yürüyünce Edirne Sarayı ya da Saray-ı Cedid-i Amire'nin kalıntılarına ulaşıyoruz. İstanbul’daki Topkapı Sarayı'ndan sonra Osmanlı’nın en büyük sarayı imiş burası. Ancak günümüze yalnızca çok küçük bir kısmı ulaşabilmiş.


Rus işgali sırasında büyük yıkım yaşamış saray. 93 Harbi sırasında ise Rusların Edirne'yi işgal edeceği haberi üzerine sarayın yakınında bulunan cephanelik Rusların eline geçmesin diye saray ateşe verilmiş.




Balkan Şehitliği saray kalıntılarının hemen yanında yer alıyor. Balkan Savaşı sırasında  Sarayiçi'nde Bulgarlara esir düşüp aç susuz bırakılarak Bulgar zulmü sonucu hayatını kaybeden 20.000 şehidimiz adına yapılmış bu anıt. Türkiyenin her yanından yüzlerce isim, insanın içi sızlıyor şehitliği gezerken.


Eskiden saray bahçesi olan günümüzde Kırkpınar Güreşlerinin yapıldığı alandan geçerek Saray Köprüsüne doğru ilerliyoruz. Bu arada uzaktan müzik sesleri geliyor kulağımıza, bir bakıyoruz romanlar eğleniyor nehrin kıyısında. 


Akşam indi inecek biraz aceleyle birazda, telaşla geçiyoruz Sarayiçi'ndeki gecekonduların arasından. 

Selimiye'ye doğru ilerlerken bir hamam ilişiyor gözümüze, tarihi Saray Hamamı. Edirne'nin ilk sarayı Saray-ı Atik döneminden kalmış hamam. Önceleri sadece saraya hizmet edermiş daha sonra halka açılmış. Balkan Savaşı sırasında Saray Hamamı da hasar görmüş. Daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilmiş hamam ve bugün hala kullanılıyor.



Yolumuzun üzerinde Bedestene uğruyoruz bu kez. Burada hediyelik eşyalar satıyorlar. Emel Kallavi alalım mı diyor? Kavala Kurabiyesi mi demek istiyorsun diye soruyorum. Yok yok Kallavi başka bir şey diyor. Gerçekten de Kallavi başka bir şey. Acıbadem kurabiyesi var ya ona benziyor ama Antep fıstığından. Muhteşem bir şey mutlaka denenmeli diyorum.
Akşam Emel bizi Ayşe Kadın'a götürüyor. Burada barların cafelerin olduğu bir sokak var sokağın girişinde  Sokakta Hayat Var yazıyor. Daha dün akşam eve giderken ilgimi çekmişti zaten. Bence bu sokağa yakışmış bu isim. Biz oturmak için Leman Kültür'ü seçiyoruz. Burada kesinlikle sufle yemenizi öneriyorum. Şu anda bahsederken bile tadı yeniden aklıma geliyor. 

 
Pazar sabahı Edirne yine güneşli. İstanbul'un soğuk olduğu haberlerini aldıkça ne iyi etmişiz de Edirne'ye gelmişiz bu hafta sonu diyoruz. Kahvaltının ardından istikamet Şükrü Paşa Anıtı. Yapmayı planladığımız başka şeyler de var o yüzden kısa tur yapmaya karar veriyoruz.

Daha şehitliğin kapısından girerken Edirne'nin savunmasını yapan Mehmet Şükrü Paşa'nın vasiyetini okuyunca içimiz bir tuhaf oluyor. 
"Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum.
Beni mezara koymayın!.. Etimi, itler ve kuşlar, çeke çeke yesinler...
Fakat müdafaa hattımız, bozulmadan şehit olursam;
kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahale gömeceksiniz....
Ve gelen nesiller, üzerime bir abide dikeceklerdir !..."

Burası Osmanlı-Rus savaşında Edirne'nin Rusların eline geçmesinin ardından, aynı şey bir daha yaşanmasın diye şehrin 4-5 Km. dışına yapılmış tabyalar. Bazıları taştan, bazıları ahşaptanmış o dönemde  ve Edirne'nin savunmasında büyük rol almışlar.Osmanlı-Rus savaşının ardından Balkan Savaşında da 155 gün boyunca Edirne savunmasını yapmış 30 tabya.
Top sesleri, mermiler o günler canlanıyor gözümüzün önünde. Sanki hala orada geziniyor şehitlerimizin ruhları. Gazete kupürlerinde anlatılan Rus ve Bulgar zulmü, hele de askerin ''İaşe Cetveli''ni görünce gözlerimiz doluyor. Hüzünle ayrılıyoruz şehitlikten. Edirne'de daha gezecek görecek çok yer var ama ayrılık vakti artık. Geri kalanlarda bir daha ki Edirne gezisine.
 
Hıdırellez 2012
Nereler görülmeli
Selimiye Cami, Eski Cami, Üç şerefeli Cami, Muradiye Cami, Saray İçi, Balkan Şehitliği, Şükrü Paşa Anıtı, Tunca Köprüsü, Meriç Köprüsü, II. Beyazıd Külliyesi, Saraçlar, Edirne Müzesi, Lozan Anıtı, Karaağaç bölgesi, Yahudi havrası (restore ediliyor şu an mutlaka görülmeli), Arasta, Gazi Mahal  Bey Köprüsü... Baktımda daha uzayıp gidiyor liste bir daha Edirneye gelmek şart oldu.

Ne Yenir
Edirne usulü yaprak ciğer, Köfte, Kallavi, Kavala Kurabiyesi, Leman Kültür'de sufle, Lalezarda irmik helvası
 
Ne Alınır
Kavala Kurabiyesi, Kallavi, Beyaz peynir, Aynalı süpürge magnetleri, Bebek anahtarlık