13 Aralık 2013 Cuma

BEŞ PARMAK DAĞLARI EFSANESİ



 
Çok eski zamanların birinde dünyalar güzeli bir kız yaşarmış burada. Birde bu kıza aşık iki genç varmış . Gençlerden birisi ne kadar iyi ise diğeri de o kadar kötüymüş. Kızı bir türlü paylaşamamışlar. Efsane bu ya oturup anlaşmışlar '' kılıçla dövüşelim ölen ölsün kalan kızı alsın'' demişler...


Dövüş saati gelip çatmış. Bataklığın kıyısında daha nasıl dövüşeceklerini konuşurken kötü yürekli delikanlı karşısındakinin boşta bulunduğu an, bir hamle yapmış ve rakibini yaralamış. Ölümüne mücadele başlamış ardından. Sonunda iyi kalpli olan kötü kalpli delikanlıyı bataklığın sürmüş dövüşe dövüşe ve kötü kalpli delikanlıyı çamur yutmuş. Kötü kalpli delikanlıyı çamur yutmuş yutmasına da, iyi kalpli olan genç te bataklığa saplanmış bu arada. Yaralı olduğu için onu da çamur yutmaya başlamış. Kılıç tutan elini havaya uzatmış. Kendi bataklığa gömülürken yalnızca yukarıya uzattığı eli kalmış dışarıda. İşte tam o sırada bataklık çamuru birden bire kurumuş. Gencin eli yükseldikçe yükselmiş, dağ oluşmuş.

KIBRIS'TA SONBAHAR 15-22 Ekim 2013





Her ne kadar doğuştan olmasa da Kıbrıslıyım aslında.  Eee insanın vatanı olunca sık sık gidip geliyor tabi. Kurban bayramı 9 gün tatil olunca soluğu yine Kıbrıs'ta aldım. Sevgili Emin Çapa ve eşi Selma da Kıbrıs'a tatile geliyor. Bu kez, hem onlara rehberlik yapacağım hem de bloggerlık.

Lapta - Benim köyüm

Kıbrıs'a hava ve deniz yolu ile ulaşmak mümkün. Türk Hava Yolları, Atlas Jet, Pegasus, Onur Air ve Anadolu Jet hava yolu hizmeti verirken, Fergün ve Akgünler de deniz ulaşımı sağlıyor Kıbrıs'a. Havaalanından merkeze taksi yada KIBHAS ile ulaşabilirisiniz. 



Benim Kıbrıs'ta konaklama sorunum yok çünkü ailem orada yaşıyor. Emin ve Selma'ya da bizim köydeki otellerden birine rezervasyon yaptırdık ki ulaşım sorunumuz olmasın. Çünkü eskisi kadar olmasa da Kıbrıs'ta bir yerden bir yere ulaşmak arabanız yoksa hala biraz sıkıntılı.
18 EKİM GİRNE KALESİ - BELLA PAİS MANASTIRI - ST. HİLARİON


Baştaki 5 günü yani aile ziyaretlerini, arkadaş görüşmelerini atlayıp hemen gezi kısmına geçiyorum. Bugün Kurban Bayramı'nın son günü, niyetimiz Girne Bölgesini gezmek. Komşumuz Cem gönüllü rehberimiz olmayı kabul edince ben de hemen gezgin moduna geçiyorum. Girne Kalesin'den başlıyoruz gezmeye. Kale yat limanın hemen yanında yer alıyor. Liman çocukluğumu hatırlatıyor bana. İlk kez bu limandan giriş yapmıştık adaya.


Girne Kalesi'nin yapım tarihi tam olarak bilinmiyor. Ancak Arap akınlarına karşı kenti korumak amacıyla Bizanslılar tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Kale Lüzinyan krallar tarafından barış zamanlarında dinlenme, savaş zamanlarında ise sığınma yeri olarak kullanılmış. Ceneviz saldırılarında hasar gören kale, 1489 yılında Venediklilerin eline geçmiş. Venediklilerin eline geçtikten sonra Venedik savunma planına uygun değişiklikler yapılarak bugünkü halini almış.


Kalede Lüzinyan Kulesi, St. Geroge Kilisesi, zindanlar, Batık Gemi Müzesi, Venedik Kulesi, erken ve orta tunç dönemi kalıntılarının sergilendiği Kırnı Mezarları bölümlerini gezebilirsiniz.

Kalenin hemen çıkışında Kıbrıs Evi diye bir restaurant gözümüze ilişiyor.Buranın adını duymuştum, kıbrıs yemekleri yapıyorlar. Emin vejeteryan olduğu için ona yemek bulmak her zaman kolay olmuyor o yüzden de nor, hellim böreği ve zeytinyağlılar kurtarıcımız oluyor burada. Kıbrıs Evi'nin yanı sıra kordon boyunca yer alan restaurantlarda balık yada başka şeyler yemeniz de mümkün. 

 
Girne Kalesin'den sonra benim en sevdiğim yerlerden birisine, bizim Balabayıs  dediğimiz Bellapais yada Beylerbeyi'ne geliyoruz. Kıbrıs'a her gidene mutlaka burayı görmesini tavsiye ediyorum. Beş Parmak Dağları'nın eteklerinde yer alan şirin bir köy Balabayıs. Buraya geniş bir zaman da gelin ki manastırın bahçesinde Girne'ye kuş bakışı güzel bir kahve içme şansınız olsun. Ben kahve diyorum ama manastırın içinde yer alan restaurantta yemek de yiyebilirsiniz.

Gotik mimari bana her zaman çok güzel görünmüştür. Balabayıs Manastırı da gotik mimarinin en güzel örneklerinden. Manastırın ilk sakinleri, Selahaddin Eyyubi'nin 1187'de Kudüs’ü ele geçirdiği dönemde adaya göç eden Augustinian Mezhebi rahipleriymiş. Ancak manastırın günümüze kadar ulaşan kısmının büyük bir bölümü  Fransa Kralı III. Hugh döneminde inşa edilmiş.

Manastırla ilgili bir not yemekhanesi her yıl mayıs ayının son haftasında düzenlenen klasik müzik festivaline de ev sahipliği yapıyor. Denk gelirseniz izlemek zevkli olabilir.



Manastırdan sonra doğruca St. Hilarion Kalesi'ne götürüyor Cem bizi. Buraya en son üniversiteden mezun olduğum yıl gelmiştim. Kaç yıl olduğunu yaşım ortaya çıkmasın diye söylemiyorum elbette :)

St. Hilarion ada halkını Arap akınlarına karşı korumak üzere Beş Parmak Dağları üzerine inşa edilen üç kaleden en batıda olanı. Kalenin girişine kadar arabayla gitmek mümkün. Ancak daha sonrasını tırmanmanız gerekiyor. St. Hilarion adını Kudüs'ün tarafından fethinden sonra Kıbrıs'a göç eden ve ömrünün son yıllarını burada ibadetle geçiren bir keşişten almış. Bir dönem canlı ve stratejik önemi olan kale, daha sonra Lüzinyan soylularının yazlık ve dinlenme yeri olmuş. 



Zirve 732 metre ve St. Hilarion'dan manzara muhteşem. Bol bol fotoğraf çekiyoruz.



Bugün son durağımız Barış Harekatı sırasında Beş Parmak Dağlarında kalan tank. Dağ yolunu izleyerek tanka varmaya çalışıyoruz. Biraz da acele ediyoruz doğrusu çünkü bu yol askeriyenin sınırları içinde olduğu için belli bir saatte yol kapanıyormuş. 


Aylardan Ekim hava erken kararıyor, biz tanka vardığımızda da epey karanlık çökmüş durumda. O yüzden fotoğraflamak zor oluyor. Oysa bir Kıbrıslı olarak ben de ilk kez geliyordum buraya.
 
19 EKİM AYİOS PANTELEMİON MANASTIRI SOLİ VE VUNİ HARABELERİ - KORMACİT


Bugün Kıbrısın batısını, Güzelyurt ve Lefke tarafını gezeceğiz. Ama önce bizim köydeki yani Lapta'daki eski değirmen ve karşısındaki kiliseden başlıyoruz gezmeye. Harabe değirmenle ilgili hayallerinden bahsediyor Cem. Restore edip hem resim atölyesi hem de kafe yapmak istiyor, hiç de fena olmaz hani.

Lapta'da da gezecek görecek çok yer var ama onu daha sonra Lapta adı altında ayrıca yazarım.




Güzelyurt'a doğru yol alırken Cem bizi Çamlıbel'deki Ayios Pantelemion Manastırı'na götürüyor. Manastırı görünce büyüleniyoruz ama bir taraftan da içimiz acıyor haline. Lapta Belediyesi kilisenin bazı bölümlerine tamamen çökmesin diye  tahta iskele kurarak destek vermiş ama yine de kaderine terk edilmiş, yıkıldım yıkılacak durumda. 


Blogu yazarken şöyle internetten bir baktım da meğer Rumların tamir talebi gelirse, KKTC yetkilileri, bunu engellemeyeceklerini söylemiş. Ancak Ortodoks Kilisesi içinde bir grup tamir edelim, yıkılmasın derken, Başpiskopos başta olmak üzere bir grup ta tamire karşı çıkmış. Oysa ben KKTC yöneticilerinin yerinde olsam manastırı restore eder turizme kazandırırdım. Çünkü Osmanlı Ada'yı feth ettiğinde bu bölge tamamen Maruni Katoliklerin kontrolündeymiş. Maruniler  yıllarca buraya Ortodoks Kilisesi yaptırmamışlar. Ayios Pantelemion Manastırı, bölgedeki ilk Ortodoks Manastırıymış yani.


Yol üzerinde Mavi Köşk ve Cengiz Topel Anıtı'nı vakit darlığı sebebiyle göremeden geçiyoruz. Amacımız bugün Soli Antik Kenti ve Vuni Sarayını görmek.

Soli Antik Kenti Lefke bölgesinde. Kentin adının Atinalı filozof Solon'dan aldığı söyleniyor. Soli en parlak dönemini Roma döneminde yaşamış. Bölgenin zengin bakır madenleri varmış. Ancak İ.S. 4. yy’a gelindiğinde, liman gemilerin giremeyeceği kadar dolmuş ve bakır madenleri kapanmış. 7.yy’daki Arap akınları ise kentin sonu olmuş.

Soli'de kazılar hala devam ediyor. Kazılar sonucu ortaya çıkan mozaikler çok etkileyici.

Soli'de ayrıca bir de gerçek kapasitesi 4000 kişi olan bir de Roma Tiyatrosu yer alıyor. Tiyatro, eskiden aynı yerdeki Yunan tiyatrosunun yerine, M.S 2. yüzyıl ile 3.yüzyıl arasında, bir tepenin denize bakan yamacına inşa edilmiş. Soli Tiyatrosunda her yıl, Lefke Avrupa Üniversitesi’nin mezuniyet törenleri ve Bahar Şenlikleri yapılıyormuş.
 

Soli'den sonraki durak Vuni Sarayı. Tam görevli girişi kapatırken varıyoruz Vuni'ye o kadar çaresiz bakmış olmalıyız ki tamam ben aşağıda bekliyorum 10-15 dakika gezin diyor görevli. 15 dakikada orayı nasıl gezdik nasıl fotoğraf çektik anlatamam size.



Vuni Sarayı, MÖ 500 yılı civarında, Pers'lere karşı ayaklanmaların olduğu bir dönemde, yaklaşık 6 km uzakta bulunan Soli kentini Pers hakimiyeti altında tutmak için inşa edilmiş.  MÖ 390 civarında Perslerle anlaşma yapan Soli Krallığı siyasi gücünü yeniden kazanınca MÖ 380 yılında Yunan egemenliğinde bulunan ve kendini sürekli tehdit eden Vuni'ye girerek şehri yakmış. Tamamen harap olan şehir bir daha inşa edilmemiş.

Dönüşte bir zamanlar adı Kıbrıs ile birlikte anılan bakır madenlerinden geriye kalanları fotoğraflamak üzere duruyoruz. Liman, buharlı gemi, raylardan geriye kalanlar birden flash back yapıyor zihnimizde. Stephan King'in Kara Kule'sine götürüyor bizi. Emin'le birlikte işte Mono Blaine, işte Lud Şehri derken buharlı geminin içindeki kırmızı gülleri görünce tam anlamıyla  Kara Kule'de buluyoruz kendimizi. Hani o sırada bir yerden Silahşor, Jack, Eddie, Susannah, Hantal Billy hatta tik tak adam bile çıkıp gelse hiç şaşırmazdım doğrusu.

Kara Kule'den tekrar Kıbrısa dönersek, Kıbrıs M.Ö 2000'li yıllarda önemli bakır ihraç eden ülkelerden biriymiş. Demir'in henüz keşfedildiği bu yıllarda bakırın en önemli metal oluşu Kıbrıs'ı doğu ile batı arasındaki ticari merkezlerden biri yapmış. Bronz'un keşfedilmesi ile bu önem daha da artmış. Ancak bu zenginlikten bitmek tükenmek bilmeyen istilalar olmuş Kıbrıs'lıya düşen pay.

Bugün son durağımız bir Maruni (Maronit deriz Kıbrıs'ta) köyü olan Kormacit. Akşam yemeğini  Yorgo'nun Yeri'nde yiyeceğiz. Buranın fırın kebabı meşhur. Emin'in deyimiyle biz üç yamyam fırın kebabını mideye indirirken bir vejeteryan olarak ''O'' salata ve mezelerle idare etmek zorunda kalıyor. Yorgo'nun Yeri'nde fırın kebabından başka kendilerinin yaptığı şarabı da denemenizi tavsiye ediyorum. Gerçi su şişesinde servis ediyorlar ama olsun tatlı şarap seviyorsanız deneyin derim. Burası lezzetli yemekleri olan salaş bir yer ama biraz pahalı haberiniz olsun.

20 EKİM DİP KARPAZ - BUFAVENTO KALESİ

Bugün Kıbrıs'ın en doğusuna Dip Karpaz'a yolculuğumuz. Yolumuz biraz uzun o yüzden de her günkünden daha erken çıkıyoruz yola.
 

Girne, Lefkoşa, İskele'yi geçerek Karpaz'a doğru devam  ederken yol üzerinde kısa bir molaya karar veriyoruz. Mola verdiğimiz yerde bir kilise ve hemen yanında da bir şapel var. Fotoğraflıyorum ama buranın neresi olduğunu maalesef öğrenemiyorum. Sorduğum turist Ayastriyolis gibi bir şey söyledi ama sanırım yanlış anlamış olmalıyım ki  internetten bulmam mümkün olmadı.


Dip Karpaz altın kumsalı ve eşekleri ile meşhur. Burna doğru yaklaşırken büyüklü küçüklü eşekler kesiyor yolumuzu. Yola devam edebilmek için eşeklerin çekilmesini bekliyoruz.


Öğle saatlerinde varıyoruz Apostolos Andreas Manastırına. Karpaz Yarımadasının en doğu ucunda yer alıyor bu manastır. Mucizeler Yaratıcısı, Rüzgarların Hakimi ve Yolcuların Koruyucusu vasıflarını taşıyan Apostolos Andreas’a (St. Andrew) adanmış manastır. Kilisenin mimarisi, avizeleri ve ikonları dikkat çekiyor. Ziyaretçiler buraya ayine katılmanın yanı sıra çoğunlukla dilek dileyip adak adamak için de geliyor. Diğer manastırlar gibi maalesef burası da bakımsız.

 
Buraya kadar gelip de Zafer Burnu'na gitmeden dönmek olmaz. Zafer Burnu, Kıbrısın Karpaz yarımadasının yani haritadaki ince tarafın en uç kısmı. Bir ülkenin en uç kısmında olduğunu bilmek tuhaf bir duygu.

 
Dönüşte Karpaz'da kısa bir fotoğraf molası veriyoruz. Vakit dar olunca nereyi göreceğini şaşırıyor insan. Soldaki bölgedeki kiliselerden biri. Sağdaki bina ise okul.

Dönüş yolunda amacımız Kantara kalesi , Bufavento Kalesi ve Alev Kayasını' görmekti ama sadece Bufavento kalesini görebiliyoruz.


 
Bufavento Kalesi'nin yolu çok dar ve tehlikeli. Kaleye doğru tırmanırken tam da dar bir noktada karşımızdan bir araç çıka geliyor . Sol yanımız uçurum, sağ yanımız kaya. Epey meşakkatli oluyor geçmek. Geçiyoruz geçmeye de nasıl geçtiğimizi bir ben biliyorum bir de Allah.



Araçla belli bir noktaya geldikten sonra Kaleye merdivenlerden tırmanmanız gerekiyor. Çıkışta aklımıza gelmedi ama inişte saydık 300 küsur basamak vardı. Tırmanmak yaklaşık bir saatinizi alıyor ama mutlaka tepeye tırmanmanızı tavsiye ediyorum hiç bir yerden Kıbrısı bu kadar net ve güzel görmeniz mümkün değil. 





Bufavento Kalesi de St.Hilarion ve Kantara kalesi gibi Arap akınlarından korumak için yapılmış. Kesin inşa tarihi bilinmiyor ama Aslan Yürekli Richard tarafından 1911 tarihlerinde Arap akınlarından korunmak amacıyla kullanılmış. 

Dönüş yolunda sadece  Beş Parmak Sıradağları'na adını veren bu eli görüntüleyebiliyoruz ancak. Bir de hikayesi var bu dağların. Çok eski zamanların birinde dünyalar güzeli bir kız yaşarmış burada. Birde bu kıza aşık iki genç varmış . Gençlerden birisi ne kadar iyi ise diğeri de o kadar kötüymüş. Kızı bir türlü paylaşamamışlar. Efsane bu ya oturup anlaşmışlar '' kılıçla dövüşelim ölen ölsün kalan kızı alsın'' demişler.

Dövüş saati gelip çatmış. Bataklığın kıyısında daha nasıl dövüşeceklerini konuşurken kötü yürekli delikanlı karşısındakinin boşta bulunduğu an, bir hamle yapmış ve rakibini yaralamış. Ölümüne mücadele başlamış ardından. Sonunda iyi kalpli olan kötü kalpli delikanlıyı bataklığın sürmüş dövüşe dövüşe ve kötü kalpli delikanlıyı çamur yutmuş. Kötü kalpli delikanlıyı çamur yutmuş yutmasına da, iyi kalpli olan genç te bataklığa saplanmış bu arada. Yaralı olduğu için onu da çamur yutmaya başlamış. Kılıç tutan elini havaya uzatmış. Kendi bataklığa gömülürken yalnızca yukarıya uzattığı eli kalmış dışarıda. İşte tam o sırada bataklık çamuru birden bire kurumuş. Gencin eli yükseldikçe yükselmiş, dağ oluşmuş.


Gün sonunda eve dönerken niyetimiz arabayı değiştirip yemek için Girne'ye gitmek. ama eve gelip de Cem'in annesinin kabak çiçeği benim annemin de biber dolması ve börülce salatası yaptığımı öğrenince hemen vazgeçiyoruz Girne'ye gitme fikrinden.




Sayılı gün çabuk geçer derler ya 9 günlük tatilde sona eriyor ama daha Kıbrıs'ta gezecek görecek çok yer var. Lefkoşa'ya, Mağusa'ya gidemedik mesela, Lefke, Güzelyurt ve Karpaz'ı şöyle bir gördük. Bir ayağım nasıl olsa hep burada bir sonraki ziyarete artık.


Nereleri Görmeli
Girne- Girne Kalesi, eski liman, Balabayıs Manastırı, St. Hilarion, Karaoğlanoğlu Şehitliği, Mavi Köşk, Beş Parmak Dağları'ndaki tank, Lapta, Ayios Pantelemion Manastırı, Bufavento Kalesi, Kantara Kalesi, Girne Arkeoloji Müzesi


Lefkoşa - Selimiye Cami (St. Sophia Katedrali), Büyük Han, Derviş Paşa Konağı,Arab Ahmet Mahallesi, Girne Kapısı, Venedik Sütunu (Saray Önü), yeşil hat, Bandabuliya çarşısı, arasta, Barbarlık Müzesi

Mağusa - Salamis Antik Kenti, St. Barnabas Manastırı, Othello Kalesi, Namık Kemal Zindanı, Lala Mustafa Paşa Cami (St. Nicholas Katedrali)

Güzelyurt - Arkeoloji Müzesi, Aziz Mamas Kilisesi


Lefke- Soli Antik kenti, Vuni Sarayı,Cengiz Topel Anıtı, yeşil Irmak, Yedi Dalga

Ne Yemeli
Şeftali kababı, fırın kebabı, herse, kabak çiçeği dolması, hellim böreği, nor böreği, kıymalı börek, pirohu, samsı, sini katmeri, hellim ızgara, molehiya, fırın makarnası, enginar dolması, fırında patates kebabı, ceviz macunu, alıç macunu, hellimli bitta, zeytinli bitta

14 Kasım 2013 Perşembe

EDİRNE 4-6 Ekim 2013


İstanbul'dan Edirne'ye ulaşmak çok kolay. Otobüsle bile 2.5 saat sürüyor. Biz de bu kez otobüsle geliyoruz Edirne'ye. Bu Edirne'ye 3. gelişim aslında. İlkinde yine arkadaşlarla camileri gezmiştik, ikincisi 2012'de hıdırellez şenlikleri içindi. Blogger olarak gelmek üçüncüye kısmetmiş. Cuma akşamı iş çıkışı, 8 otobüsüyle çıkıyoruz yola. Edirne'ye varıp eve ulaşmamız 11'i buluyor. Yol arkadaşım yine Fatma, rehberimiz ve ev sahibimiz ise Emel. Geçen yıl hıdırellez şenliklerine birlikte gelmiştik. O Tunca Nehri'ne ''Edirne'de öğrenci olayım'' yazıp atmış olmalı ki, sayesinde artık Edirne'de bir evimiz var

Sabah kahvaltının ardından hemen çıkıyoruz evden. Şansımıza güneşli ılık bir sonbahar günü Edirne'de. İstanbul'un fethine kadar 92 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik etmiş bu şehirde gezilecek görülecek çok yer var ama Edirne deyince akla hemen Mimar Sinan ve şaheseri Selimiye Cami geliyor. Biz de Edirne'yi gezmeye Selimiye'den başlıyoruz. Mimar Sinan'ın 90 yaşında yaptığı ve ustalık eserim dediği ve 6 yılda tamamladığı cami neredeyse Edirne'nin her tarafından görünüyor.


Caminin avlusuna 9 ayrı kapıdan girilebiliyorsunuz. 4 minaresi ile heybetle göklere uzanan caminin içi ise ayrı bir huzur veriyor insana. Cami 31.30 metre çapındaki tek bir büyük kubbe üzerine kurulmuş. Kubbeyi ise 8 ayrı fil ayağı sütün taşıyor. Fil ayakları pencereler o kadar güzel yerleştirilmiş ki camiye, insan gezerken Sinan'a ve yaratıcı zekasına bir kez daha hayran kalıyor. 





Caminin bir de ters lale hikayesi var. Rivayete göre, caminin inşa edileceği alan önceden bir lale bahçesiymiş. Ancak bahçenin sahibi ters mi ters bir kadınmış ve bahçesini satmak istememiş. Gel zaman git zaman sonunda camiye bir lale motifi konulması şartıyla ikna olmuş satmaya. Bunun üzerine Sinan da Caminin müezzin mahfilinin mermer ayaklarından birinin altına ters bir lale motifi yapmış. Lale burasının önceden bir lale bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil edermiş söylentiye göre.

Selimiye Cami'nden çıkınca külliyenin içinde yer alan Darül-Kurra Medresesini geziyoruz. Medrese bugün Vakıf eserlerinin sergilendiği bir müze konumunda. Burada Çeşitli vakıflardan toplanan çini, maden, ahşap, hat serleri ile el yazma kuran ve saatler sergileniyor. Müze kartlarımız yanımızda ama ziyaretimiz müzeler haftasına denk geldiği için giriş herhangi bir ücret ödemiyoruz.

Müzenin ardından hemen Selimiye'nin karşısındaki Eski Cami'ye geçiyoruz. Burası Edirne'de Osmanlı'dan günümüze ulaşmış en eski yapı olarak biliniyor. Yapımına 1403'te Sultan I.Süleyman döneminde başlanmış, 1414'te Çelebi Sultan Mehmet zamanında bitirilmiş. Yıllar içerisinde yangın ve depremlerle zarar gören cami bir kaç kez onarımdan geçmiş. Caminin beyaz duvarları üzerine hat sanatı ile yazılan yazılar dikkat çekiyor. 

Selimiye, Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami bir üçgen oluşturuyor Edirne'nin merkezinde. Maalesef Üç Şerefeli Cami'yi bu kez gezmek kısmet olmuyor. Şöyle uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Ancak daha önce burayı gezme şansım olmuştu. Bu fotoğraf Emin Çapa ile yaptığımız ilk geziden. Caminin 4 minaresinin her biri ayrı desenli. Ayrıca minarelerden birisi 3, birisi 2 ve diğer ikisi birer şerefeli. Caminin ilk ve asıl minaresi 3 şerefeli olanmış. Cami de adını zaten bu minareden almış.   



Camilerden sonra Kale içine geliyoruz.  Geleneksel Türk Evlerinin hala yaşatıldığı bu bölge, Edirne'nin en eski semti imiş. Edirne'nin fethi sırasında Kale İçi tek yerleşim yeriymiş ve burada Bizans halkı, Cenevizliler ve Yahudiler yaşarmış. 2 katlı bahçe içinde ahşap evler bulunurmuş. Yangınlar ve depremlerle hasar gören bölgede yapılaşmaya izin verilmesi semtin tarihi dokusunu bozmuş.


Kale İçi'nden sonra Edirne'nin İstiklal Caddesi olan Saraçlar Caddesine geliyoruz. Burası trafiğe kapalı bir cadde, sağlı sollu dükkanlar var bir de sık sık fıskiyeli havuzlar var. ''Edirne'liler sever fıskiyeyi'' diyor Emel.


 



İşte bu da fıskiyelerin en ünlüsü Sevda Çeşmesi. Yine Saraçlar Caddesi üzerinde yer alıyor.

 ''Nehirlerin ve kültürlerin buluşma noktası olan Edirne, Trak, Roma ve Bizans medeniyetlerinin en önemli şehriydi, ayrıca Osmanlı İmparatorluğuna 92 yıl baş kentlik yaptı'' yazıyor üzerinde.

Saraçlar Caddesi'nden Tunca Köprüsü'ne geliyoruz. Bulgaristan topraklarında doğarak Edirne'den Türkiye sınırlarına giren Tunca Nehri üzerinde yer alan Tunca Köprüsünün mimarı Sultan Ahmet Cami'nin de mimarı Mehmet Ağa imiş.


Tunca Köprüsünden geçerek yola devam edince Karaağaç bölgesine geliyoruz. 

İşte bu da Meriç Nehri ve Meriç köprüsü.
Meriç yada diğer adıyla Mecidiye Köprüsü Sultan Abdülmecit döneminde yapılmış. Önceleri burada ahşap bir köprü varmış. Sultan II.Mahmut'un Edirne'yi ziyareti sırasında buraya yeni bir köprü yapılması gündeme gelmiş. Ancak köprünün yapımı bütçe sıkıntıları nedeniyle ancak 1842 yılında Sultan Abdülmecit döneminde başlatılmış ve beş yılda bitmiş. Gün batımının dünyada en güzel izlenebildiği noktalardan birisiymiş burası ancak biz vakit darlığı sebebiyle kalamadık. O da bir daha ki Edirne ziyaretine kaldı artık.


Meriç Nehri de Tunca gibi Bulgaristan topraklarında doğarak Edirne'ye geliyor. Yunanistan ile Türkiye sınırının bir kısmını oluşturan Meriç Edirne'yi ve Batı Trakya'yı suladıktan sonra Ege Denizi'ne dökülüyormuş.


Edirne'ye gelip de meşhur yaprak ciğerini yemeden dönmek olmaz. Meriç kıyısında Lalezar diye bir restaurant var, burada yiyoruz yaprak ciğerlerimizi nefis olduğunu söylemeye gerek yok. Yanında kurutulmuş ve kavrulmuş acı biberle servis ediyorlar. Emel buranın köftesi de güzel deyince sırf tadına bakmak için bir porsiyon da köfte söylüyoruz. O da gerçekten nefis. Bitmedi bir de dondurmalı irmik helvası ve çay.  Bu üçü Edirne'de mutlaka tadılmalı bence. Haa bu arada Lalezar'da yerseniz ciğeri yarım porsiyon söylemeyi unutmayın porsiyonları büyük çünkü. 


Karnımızı doyurduktan sonra yine Karaağaç Semtinde bulunan Lozan Anı'tına geliyoruz. 1998 yılında yapılan bu anıt Lozan anlaşması ile Karaağaç'ın tekrar Türk topraklarına kazandırılmasını ve Lozan Anlaşmasında kazanılan diplomatik zaferi temsil ediyormuş. Anıt üç sütundan oluşuyor. Bunlardan en uzun olanı Anadolu'yu, ikincisi Trakya'yı, üçüncüsü ise Karaağaç'ı simgeliyormuş. Yine anıtta yer alan beton çember, birliği, genç kız figürü; estetik, zerafet ve hukuku, kızın elindeki güvercin barış ve demokrasiyi, diğer elindeki belge de Lozan Anlaşmasını sembolize ediyormuş.
  
Gezimizin bir sonraki durağı eski tren istasyonu. Yine Karaağaç'ta bulunan bu istasyon II. Abdülhamit döneminde yapılmış. Ancak 1. Dünya savaşından sonra Osmanlı Devleti'nin sınırları dışında kalmış.


Lozan Anlaşması ile Karaağaç yeniden Türk topraklarına katılınca istasyon da kullanıma açılmış. Ancak Rumeli  demirolunun büyük bir kısmı ülke sınırları dışında kaldığı için, İstanbul'dan Edirne'ye giden tren Yunanistan'dan geçerek bu istasyona ulaşıyormuş. Bu yüzden yeni demir yolu yapılarak güzergah değiştirilmiş ve yeni gar yapılmış. Trakya Üniversitesi kurulduktan sonrada bu eski gar üniversiteye verilmiş. Eski gar bugün Trakya Üniversitesi'nin Rektörlük Binası olarak kullanılıyor. 

Karaağaç bölgesini bitirdikten sonra yeniden Edirne merkeze gelip Saray İçi'ne gidiyoruz. Burada Eski Saray'dan kalanları, Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alanı ve Balkan Şehitliği'ni göreceğiz. Minibüsten inerken şoför uyarıyor ''belli bir saatten sonra buralar pek tekin değildir karanlığa kalmayın''. Minibüsten indikten sonra biraz yürümemiz gerekiyor, zaten sonbahar gün erken bitiyor, o yüzden biz de biraz telaşlanıyoruz. 
Telaşlanıyoruz ama yol kenarındaki böğürtlenlerden de yemeyi ihmal etmiyoruz. Biraz yürüyünce Edirne Sarayı ya da Saray-ı Cedid-i Amire'nin kalıntılarına ulaşıyoruz. İstanbul’daki Topkapı Sarayı'ndan sonra Osmanlı’nın en büyük sarayı imiş burası. Ancak günümüze yalnızca çok küçük bir kısmı ulaşabilmiş.


Rus işgali sırasında büyük yıkım yaşamış saray. 93 Harbi sırasında ise Rusların Edirne'yi işgal edeceği haberi üzerine sarayın yakınında bulunan cephanelik Rusların eline geçmesin diye saray ateşe verilmiş.




Balkan Şehitliği saray kalıntılarının hemen yanında yer alıyor. Balkan Savaşı sırasında  Sarayiçi'nde Bulgarlara esir düşüp aç susuz bırakılarak Bulgar zulmü sonucu hayatını kaybeden 20.000 şehidimiz adına yapılmış bu anıt. Türkiyenin her yanından yüzlerce isim, insanın içi sızlıyor şehitliği gezerken.


Eskiden saray bahçesi olan günümüzde Kırkpınar Güreşlerinin yapıldığı alandan geçerek Saray Köprüsüne doğru ilerliyoruz. Bu arada uzaktan müzik sesleri geliyor kulağımıza, bir bakıyoruz romanlar eğleniyor nehrin kıyısında. 


Akşam indi inecek biraz aceleyle birazda, telaşla geçiyoruz Sarayiçi'ndeki gecekonduların arasından. 

Selimiye'ye doğru ilerlerken bir hamam ilişiyor gözümüze, tarihi Saray Hamamı. Edirne'nin ilk sarayı Saray-ı Atik döneminden kalmış hamam. Önceleri sadece saraya hizmet edermiş daha sonra halka açılmış. Balkan Savaşı sırasında Saray Hamamı da hasar görmüş. Daha sonra Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilmiş hamam ve bugün hala kullanılıyor.



Yolumuzun üzerinde Bedestene uğruyoruz bu kez. Burada hediyelik eşyalar satıyorlar. Emel Kallavi alalım mı diyor? Kavala Kurabiyesi mi demek istiyorsun diye soruyorum. Yok yok Kallavi başka bir şey diyor. Gerçekten de Kallavi başka bir şey. Acıbadem kurabiyesi var ya ona benziyor ama Antep fıstığından. Muhteşem bir şey mutlaka denenmeli diyorum.
Akşam Emel bizi Ayşe Kadın'a götürüyor. Burada barların cafelerin olduğu bir sokak var sokağın girişinde  Sokakta Hayat Var yazıyor. Daha dün akşam eve giderken ilgimi çekmişti zaten. Bence bu sokağa yakışmış bu isim. Biz oturmak için Leman Kültür'ü seçiyoruz. Burada kesinlikle sufle yemenizi öneriyorum. Şu anda bahsederken bile tadı yeniden aklıma geliyor. 

 
Pazar sabahı Edirne yine güneşli. İstanbul'un soğuk olduğu haberlerini aldıkça ne iyi etmişiz de Edirne'ye gelmişiz bu hafta sonu diyoruz. Kahvaltının ardından istikamet Şükrü Paşa Anıtı. Yapmayı planladığımız başka şeyler de var o yüzden kısa tur yapmaya karar veriyoruz.

Daha şehitliğin kapısından girerken Edirne'nin savunmasını yapan Mehmet Şükrü Paşa'nın vasiyetini okuyunca içimiz bir tuhaf oluyor. 
"Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum.
Beni mezara koymayın!.. Etimi, itler ve kuşlar, çeke çeke yesinler...
Fakat müdafaa hattımız, bozulmadan şehit olursam;
kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahale gömeceksiniz....
Ve gelen nesiller, üzerime bir abide dikeceklerdir !..."

Burası Osmanlı-Rus savaşında Edirne'nin Rusların eline geçmesinin ardından, aynı şey bir daha yaşanmasın diye şehrin 4-5 Km. dışına yapılmış tabyalar. Bazıları taştan, bazıları ahşaptanmış o dönemde  ve Edirne'nin savunmasında büyük rol almışlar.Osmanlı-Rus savaşının ardından Balkan Savaşında da 155 gün boyunca Edirne savunmasını yapmış 30 tabya.
Top sesleri, mermiler o günler canlanıyor gözümüzün önünde. Sanki hala orada geziniyor şehitlerimizin ruhları. Gazete kupürlerinde anlatılan Rus ve Bulgar zulmü, hele de askerin ''İaşe Cetveli''ni görünce gözlerimiz doluyor. Hüzünle ayrılıyoruz şehitlikten. Edirne'de daha gezecek görecek çok yer var ama ayrılık vakti artık. Geri kalanlarda bir daha ki Edirne gezisine.
 
Hıdırellez 2012
Nereler görülmeli
Selimiye Cami, Eski Cami, Üç şerefeli Cami, Muradiye Cami, Saray İçi, Balkan Şehitliği, Şükrü Paşa Anıtı, Tunca Köprüsü, Meriç Köprüsü, II. Beyazıd Külliyesi, Saraçlar, Edirne Müzesi, Lozan Anıtı, Karaağaç bölgesi, Yahudi havrası (restore ediliyor şu an mutlaka görülmeli), Arasta, Gazi Mahal  Bey Köprüsü... Baktımda daha uzayıp gidiyor liste bir daha Edirneye gelmek şart oldu.

Ne Yenir
Edirne usulü yaprak ciğer, Köfte, Kallavi, Kavala Kurabiyesi, Leman Kültür'de sufle, Lalezarda irmik helvası
 
Ne Alınır
Kavala Kurabiyesi, Kallavi, Beyaz peynir, Aynalı süpürge magnetleri, Bebek anahtarlık

 

9 Ekim 2013 Çarşamba

LİKYA YOLU 14-22 EYLÜL 2013


FETHİYE - 14 Eylül 2013 / 1. Gün
ROTA ile 2. Likya Rüyası gezim. İlkine 2011 yılında katılmıştım. Bu yıl yolculuğumuz  Fethiye'den başlayıp Adrasan'da son buluyor. Trekking ve deniz ağırlıklı bir gezi bu. Etkinliğe katılacak olanlarla 14 Eylül günü Faralya Montenegro Motel'de buluşmak üzere sözleşiyoruz. 

Cuma akşamı ve yaz olması sebebiyle uçak fiyatları uçtuğu için çoğumuz otobüsle gitmeye karar veriyor. Arkadaşların Kamil Koç ile gidiyor ancak ben karar vermekte geç kaldığım için arkalarda olmasın bir de daha rahat olsun diye Ulusoy'dan alıyorum biletimi. Fethiye otogarda buluşacağız, ben onlardan bir saat önce yola çıkıyorum. Sabah saat 7.30 civarı otobüsümüz Denizli'ye girince şaşırıyorum. Aaaa Denizli'den geçerken hep ben uyuyormuşum demek, bugüne kadar hiç fark etmemiştim diye düşünüyorum. Bir taraftan da yol hiç tanıdık gelmiyor bana.


Sabah saat 9 civarı Fethiye'de olmamız gerekirken yol levhaları hala Fethiye'ye 160 Km. diyor. Bu arada 10.00 civarı benden 1 saat sonra yola çıkan arkadaşlarım Fethiye Otogara ulaşmışken bizim hala 1.5-2 saat yolumuz kaldığını öğrenince şaşkınlığım iyice artıyor.  Meğer ben hep Burdur üzerinden gidermişim Fethiye'ye. Ulusoy yolcusu varsa Denizli'ye de uğrarmış. Böyle olunca da bizim yol uzamış mı. Ders bir sürüden ayılmayacakmışsın.


 

Nihayet uzun bir yolculuğun ardından Fethiye Otogar'a varıyorum. Buradan Faralya'ya gitmek için Ovacık- Faralya minibüslerine binmek gerekiyor. Bu minibüsler önce Ölüdeniz'e uğrayıp oradan da Faralya'ya gidiyor. Yaklaşık 40-45 dakika sürüyor Montenegro Motele ulaşmam. Burası tam Kelebekler Vadisinin üst kısmında yer alan şirin bir yer.
  

Ben saat 1.20 civarı Montenegro Motele ulaştığımda ekip kelebekler vadisinden inişe hazırlanıyor. Bilmem  daha önce dinlediğim hikayelerinden, bilmem yorgunluk gözümü korkutuyor, hemen yan çiziyorum. Doğruca plajdaki arkadaşların yanına Kıdrak Koyu'na atıyorum kendimi.


 

Kıdrak Koyu Faralya ile Ölü Deniz arasında bir koy. Giriş ücretli, şezlong ve şemsiye için de ücret ödemeniz gerekiyor. Normalde  burası çakıl giriş olmasına rağmen hoş bir plajdır, ancak bugün rüzgar sebebiyle dalgalı. Dalgalı deniz sevmeyen ben çam gölgesi kovalayarak denize uzaktan bakmakla yetiniyorum.


 

Bu günün sürprizi sevgili Füsun'dan. Akşam yemekten sonra işletme sahibi Bayram'ı bağlama çalmaya ikna etmiş. Kelebekler Vadisi'nde, yıldızların altında, şarkılarla,
türkülerle noktaladık günü.
 


FETHİYE - 15 Eylül 2013 / 2. Gün

Niyetim bu gezi boyunca sadece iki parkurda yürüyüp kalan zamanda da bol bol denize girmekti. Ama rüzgar muhalefeti ile karşı karşıya kalınca bugün arkadaşlarla yürümeye karar veriyorum.  Kahvaltının ardından koyuluyoruz yola.






İlk parkur Kozağaç - Ovacık arası. 10.00 gibi başlıyoruz yürümeye. Daha parkurun başında manzara muhteşem. Yaklaşık 2.5 saat boyunca kah inerek, kah çıkarak Ölü Deniz'e kuş bakışı kıvrıla kıvrıla devam ediyor patika. Fotoğraf çekmeye doyamıyoruz.





İlk parkurun sonunda grup ikiye bölünüyor. Bir grup denize giderken,  Kaya Köy - Ölüdeniz arasını yürümek için 12 kişi kalıyoruz geriye. 2011'de Kaya Köy parkurunu yürümemiş daha sonra fotoğrafları görünce pişman olmuştum. O yüzden daha gelmeden aklımdaydı Kaya Köy parkurunda yürümek.


Yürüyüşe başlamadan önce Kaya Köy'de Bülent'in Yeri'nde gözleme yiyoruz. Önce peynirli-ıspanaklı karışık, ardından tatlı niyetine tahinli. Yolunuz Kaya Köy'e düşerse gözleme de seviyorsanız yemenizi tavsiye ederim. 


 



Yemekten sonra Kaya Köy Sanat Kampı'nı geziyoruz. Burada hem tatil yapıp hem de heykel, resim, müzik gibi sanat faaliyetlerine katılmak mümkünmüş. İster odalarda, ister çadır götürüp kendi çadırınızda kalabiliyormuşsunuz. Ama burası için çok lüks beklentiniz olmasın.





14.30 gibi başlıyoruz Kaya Köy'de yürümeye. Hayalet köy görünümünde olan Köy'de sadece bir ev ayakta bugün. Ama onda da oturulmuyor, sadece o dönem hakkında biraz fikir sahibi olabiliyorsunuz. Kaya Köy 900 yıllık bir tarihe sahipmiş. Likya döneminde adı Karmylassos olan köyde Osmanlı Devletinin son döneminde tamamı rum olan 900 hane de 4000 civarı rum yaşıyormuş. 1923 Lozan anlaşmasının ardından Yunanistan'a göçmüş hepsi. 1957 Fethiye depremiyle harabeye dönen köy bugün açık müze halini almış. Harabe evlerin arasında gezerken çok etkileniyor insan, hüzünlenmekten alamıyor kendini.  

Yıkık duvarların çoğundaki mavi renk dikkatimizi çekiyor, burada da Güney Doğu'da olduğu gibi akrep ve böceklere karşı mavi boya kullanırlarmış. Mavi renk alev gibi görünürmüş akrebe.


Kaya Köy'de harabe evlerin arasında başlayan yürüyüşümüz Likya yolunu izleyerek saat 17'de Ölü Deniz'de son buluyor. Tam yürüyüşümüzün bittiği noktada Sun City Beach çıkıyor karşımıza. Bir kısım arkadaşımız Belceğiz plajına giderken biz günün yorgunluğunu burada Akdeniz'in ılık sularına bırakıyoruz.








Plaj keyfinin ardından ben Kelebekler Vadisi'nde gün batımı izleyelim diye tutturunca hemen taksiyle Faralya'nın yolunu tutuyoruz (Taksicilerle mutlaka pazarlık edin). Sonbahar olması sebebiyle gün erken batıyor, ucu ucuna ancak yakalıyoruz Akdeniz'in derinliklerine kendini bırakırken güneşi. 






FETHİYE - 16 Eylül 2013 / 3. Gün
Deniz sever birisi olarak bugün benim günüm. Programımızda tekne turu var. Kahvaltının ardından minibüsle Fethiye merkeze gidiyoruz. 10.30 gibi Akdeniz'in mavi yeşil sularında başlıyor yolculuğumuz. Teknede sadece bizim ekip var, o yüzden de Göcek Körfezi'nde o koy senin  bu koy benim 12 Adalar  boyunca istediğimiz koyda, istediğimiz kadar durup yüzme molası veriyoruz. 


Deniz mi insanın iştahını açan yoksa her tatilde benim içimde uyanan oburiks mi sebep bilmem, öğle tatilinde yediğimiz balık bana pek bir lezzetli geliyor. 

Öğle yemeğinden sonra da bol bol denize girerek Akdeniz'in tadını çıkartıyoruz. Tersane Koyu, Domuz Adası, Kleopatra Hamamı, Tavşan Adası mola verdiğimiz koylar.

Teknede biz bize olmanın avantajıyla gün batarken varıyoruz Fethiye'ye.


KAŞ - 17 Eylül 2013 / 4. Gün
Likya'da 4. günümüz. Bugün Fethiye'ye veda edip Kaş'a geçeceğiz. Yola çıkmadan önce bir grup arkadaş sabah erken kalkıp Faralya'dan Kabak koyuna yürüyecek. Aslında hiç Kabak Koyuna gitmedim ama ikinci gün yürüyüşte bacağımı biraz fazla hırpaladığımdan olsa gerek biraz sıkıntılı. Üstelik yürüyüş sabah 5.30'da başlıyor, üstüne bir de gece yağmur yağdı, bacağım sorunsuz olsa bile ben bu şartlarda çoktan yan çizerdim sanırım.

Biz kahvaltımızı ederken yürüyüşe giden arkadaşlarımız da geliyor. Bir noktada işaretleri kaybedince Kabak Koyu'na ulaşamadan geri dönmüşler. Kahvaltının ardında yolcu yolunda gerek deyip koyuluyoruz yola.


İlk durağımız bir zamanlar Likya'nın başkenti olan Xanhtos antik kenti. Adı yangınlarla anılan bir kent burası. Beni en çok etkileyen hikayesi ise Pers'lere karşı direnişi. Pers Ordusu şehri kuşatır. Persler'e karşı Xanthos'luların sayısı oldukça azdır ama tüm güçleriyle direnirler. Yenileceklerini anlayınca Persler'e köle olmasın diye kadınları ve çocukları kaleye toplar ardından kaleyi ateşe verirler. Geriye kalanlar ise Xanthos için sonuna kadar savaşırlar.




Öğle yemeği için Patara merkezde mola veriyoruz. Ev yemeği yapan bir yer varmış burada, bizimkiler orayı çok seviyor. Ben sabah o kadar çok yemişim ki, henüz açlık hissetmiyorum. Onlar yemek yerken biz acıkmamış olanlarda biraz geziniyoruz. Bu sırada bir kampingin bahçesinde gözümüze ilişen armut ağaçları ağzımızı sulandırıyor. İzin isteyip kopartıyoruz göz hakkımızı. Dalından yenen meyvenin tadı bir başka.


Patara'da yüzme molası verecektik ama normalde de dalgalı olan Patara denizinin rüzgar nedeniyle bugün coşmakta olduğunu duyunca, fikir birliği edip doğruca Kaş yolu üzerindeki Kaputaşa'a gitmeye karar veriyoruz.

Kaputaş da dalgalı, burada da yüzemiyoruz. Ancak dalgalarla boğuşup oyun oynamak bile ayrı bir zevk veriyor insana. Ayrıca suyun rengi o kadar berrak ve güzel ki.

 
  
Akşam saatlerinde otele gelirken ''hadi Büyük Çakıl'a gün batımı izlemeye'' diyorum, ''hem de biraz yürümüş oluruz.'' Kabul eden arkadaşlarla Büyük Çakıl'a gün batımı izlemeye gidiyoruz ama burada da rüzgar bize muhalefet ediyor malesef.

Rezervasyondaki bir karışıklıktan dolayı Kaş'ta iki ayrı otelde kalıyoruz. Benimle birlikte 6 kişi Talay'da, ekibin geri kalanı ise Ekici Otel'de kalıyor. Akşam yemek için Kayahan Otel'in terasında buluşacağız. Buranın balık çorbasını çok seviyorum şansıma da bu akşam balık çorbası var yemekte. 

Yemeğin ardından Kaş ile hasret gideriyoruz. Sokak aralarına, dükkanlara girip çıkıyoruz Sevinç'le. Çok seviyorum burayı, 2005'ten beri her yıl en az bir kez gelirim Kaş'a. Kaş'ı da bir ara yazarım ayrıca.

KAŞ - 18 Eylül 2013 / 5. Gün




Bugün benim kendimi şımartma günüm. Sabah kahvaltının sonra Büyük Çakıla reflekso terapi için Nergis'e gidiyorum önce, ardından da tekneyle Liman Ağzı'na, Bilal'in Yeri'ne geçiyorum. Hava rüzgarlı olduğu için deniz çok dalgalı o yüzden de tekne çok sallıyor. Bildiğim bütün duaları okuyorum içimden, Liman Ağzı'na varana dek. Neyse ki Liman Ağzı her zaman ki gibi sakin. Gün içerisinde bol bol yüzüp güneşin ve denizin tadını çıkartıyorum.

 

Normalde Liman Ağzı'na merkezden teknelerle geçiliyor ama karadan Likya Yolu'nu takip ederek de gelmek mümkün.  Daha önce biz Büyük Çakıl'dan Liman Ağzı'na yürümüştüm. Bu kez yürüyerek gelecek olan arkadaşlar biraz daha uzun yürümek için Boğazcık'tan başlıyorlar yürüyüşe.

Yürüyen ekibin Liman Ağzı'na ulaşması saat 15'i buluyor. Yol tahmin edilenden uzun sürmüş, çok yorulmuşlar ama manzara görülmeye değerdi, dönüşte de yürüyelim diyorlar. Bir dalgalanan denize bir kayalığa bakıyorum, hangisi daha güvenilir. Sonunda tekneyle dönmeye karar veriyorum. Sabahtan dalgalı olan deniz iyice azmış dönüşte. Neyse ki yol 15-20 dakika sürüyor. 



Bu tatilde içimdeki romantik bu kez de arkadaşları antik tiyatroda gün batımı izlemeye götürüyor. Gün battıktan sonra gök yüzünde oluşan kızıllık görülmeye değerdi.


Akşam yemeği için Çınarlar'a gidiyoruz, buranın pidesi meşhur. Normal sezonda saat 22.00'den önce oturacak yer bulmanız pek mümkün değil. Hatta bu akşam bile biz bir masa kalkana kadar bekliyoruz ama bu kez hayalimdeki pide tadını bulamıyorum Çınarlar'da.


KAŞ - 19 Eylül 2013 / 6. Gün
Bugün bir grup arkadaş Kaş'ın karşısında, bir Yunan adası olan Meis'e geçiyor. Geri kalanımız da deniz sefası için Kaş'ın plajlarına dağılıyoruz. Ben yine gözde mekanım Bilal'in Yeri'ne geçiyorum tekneyle. Aslında otelimizin hemen karşısında Küçük Çakıl Plajı'ından da denize girmek mümkün. Ama orada soğuk su kaynağı var. Ilık deniz seven biri olarak hele de yılın bu mevsiminde orası hiç bana göre değil. 

Likya Rüyası 2011

Saat 5'te Meis'ten dönen arkadaşlarla buluşulup Kaş'ın tepelerinden gün batımı izlemek için yürünecek. 2011 de yürüdüğüm ve yine yürümeyi planladığım parkurlardan biri aslında.  Ancak aylardan Eylül ve gün erken batıyor. Denize olan sevdam gün batımına üstün geliyor ve vazgeçiyorum gün batımı yürüyüşünden. Onun yerine plajdan dönerken Dejavu'dan oturup izliyorum gün batımını, ki Dejavu da Kaş'ta gün batımı izlemek için doğru bir mekan. 

 

Dejavu'da gün batımı

Akşam yemekten sonra bizim kızları Şarap Evi'nde meyve şarabı içmeye götürüyorum. Burası Bahçe Balık'ın biraz ilerisinde hoş bir mekan. Diğer şarapların yanı sıra nar, dut ve vişne şarabı tatmanız mümkün. Meyve şarabını toprak kadehlerde servis ediyorlar. 


KAŞ - 20 Eylül 2013 / 7. Gün
Bugün Kekova'da tekne turu yapıp oradan Adrasan'a geçeceğiz. O yüzden de valizlerimizle çıkıyoruz otelden. 40-45 dakikalık yolculuğun ardından varıyoruz Üç Ağız'a. Kekova tekne turu Kaş'ta favori turlarımda. Gidilen koylar çok güzel o yüzden bazen bir haftada aynı tura iki kez çıktığım bile olmuştur.

 
Grup 25-26 kişi olduğu için burada da tekne sadece bize ait. Önce akvaryum koyu ardından tersane koyunda mola veriyoruz. Buralarda su gerçekten de akvaryum gibi. Metrelerce derinliğe rağmen suyun dibi ışıl ışıl. Batık Likya kentini geçerek Gökkaya koyuna geliyoruz. Kaptanımız  Yemek molasını burada veriyor. Balıklar pişerken biz de denizin tadını çıkartmak kalıyor.
                      Haziran'da burada bir caretta ile birlikte yüzme şansını yakalamıştık. 



Öğleden sonra Burç Koyu ve İkizler Koyu'unda da yüzme molası verdikten sonra Kale Köy'e geliyoruz. Burası tekne turunun son noktası. 

Kaleden aşağısının çok güzel göründüğünü biliyorum o yüzden de doğruca kaleye çıkıp bir iki fotoğraf çekip manzaranın tadını çıkartıyorum. Müze kartınız varsa kaleye çıkarken yanınıza almanızı tavsiye ederim burada müze kart geçiyor.

Ayrıca burada Kafe Ankh'ın el yapımı meyveli dondurmalarını da mutlaka denemelisiniz.





Kale Köy'den sonra tekne bizi aldığı yere Üç Ağız'a bırakıyor. Burada köylülerden Harnup (keçi boynuzu) pekmezi, ada çayı, nar ekşisi aldıktan sonra Adrasan'a doğru yola koyuluyoruz. Yol üzerinde Demre'de kısa bir dondurma molası veriyoruz. Demre Noel Baba kilisesiyle biliniyor. Vakit geç olduğundan bu kez Kiliseyi gezemiyoruz ama 2011'de geldiğimde gezme şansımız olmuştu. 


 
Geç vakit varıyoruz Adrasan'daki Palmira Otel'e. Yemeğin hemen ardından  kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz. Müzik sesi bizi iskeleye çekiyor. Gitar eşliğinde çok güzel bir sesten etnik müzikler dinliyoruz. Denizin sesiyle müziğin sesi bir birine karışıyor. 


 

ADRASAN - 21 Eylül 2013 / 8. Gün
Benim için bugün büyük gün. Doğru dürüst parkuru bile olmayan ben Tahtalı zirve denemesi yapacağım. Ekibi yavaşlatıp geri bırakmaktan koruyorum. Sabah kahvaltının ardından minibüsle Beycik Köyü'ne gelip saat 11'de 900 metreden 14 kişi başlıyoruz  tırmanmaya. Asef yolun başında uyarıyor '' önüme geçmek yok.'' Tabi ki bu uyarı aramızda çok hızlı yürümekten kendilerini alamayan Erkan, Hakan, Gökhan ve Hasan'a :))


Hava bulutlu bu bizim için avantaj ama yağmur yağacak olursa acemi dağcı olarak yanımda yağmurluk bile yok. Acemiyim ama performansım fena değil. Gerçi kendimi biliyorum çıkışım iyi inişim kötüdür benim. Neyse ki dönüşte teleferikle ineceğiz. Yoksa cesaret edemezdim zaten.

Önce ormanın içinde patikada yükseldikçe serinleyen havayı hissediyor insan. Ara ara sis sarıyor her yanı. Sise girince hava daha da serinliyor. Manzara görülmeye değer. Hakan ve Sadık görüntülüyor parkuru. 

1000, 1100, 1200, 1300 yavaş yavaş yükseliyoruz, aniden bir kulübe ve burada hayvanlarıyla yaşayan bir çift çıkıyor karşımıza. Biraz sohbet edip nefeslenirken bahçelerindeki elmalardan da yolluk yapıyoruz kendimize. Yazın hayvanlarını alıp geliyorlarmış buraya ta ki havalar serinleyene dek kalıp sonra iniyorlarmış köye.

Vedalaşıp devam ediyoruz tırmanmaya bir süre sonra ağaçlar seyrelmeye başlıyor bir noktadan sonra da aniden bitiyor ağaçlık alan. Taşlık bir arazide devam ediyor tırmanışımız. Burası bana Nemrut'u hatırlatıyor orada da taşlık bir alandan tırmanıyorsunuz. Yaklaşık 16 Km. 4 saatten biraz fazla sürüyor tırmanışımız. Zirveye yaklaştıkça öndeki grup hızlanıyor ve açıyor arayı. Onlardan 5-10 dakika sonra ben de varıyorum zirveye.



       Tahtalı 2365 metre, ilk zirvem. Bulutların üzerinde olmak çok hoş bir duygu. 

Zirve'ye koca bir bina yapmışlar. İçerisinde kafeler falan var. Bizimkiler doğayı bozduğu için çok onaylamıyorlar bu yapıyı.  Kendime ödül olarak bir kahve ısmarlayıp, zirvenin tadını çıkartıyorum. 




 
Tahtalı'dan inişi teleferikle yapıyoruz. Teleferiğin başladığı noktada minibüsümüz bekliyor bizi. Zirvenin yorgunluğunu akşam saatlerinde  Adrasan'ın ılık sularına bırakıyoruz.

 


ADRASAN - 22 Eylül 2013 / 9.Gün
Bugün Likya Rüyası'nın son günü. Akşamdan sözleştik sabah 5.30'da otelin lobisinde buluşuyoruz. Adrasan Feneri'ne yürüyüp oradan gün doğumu izleyeceğiz. Sabah sadece 7 kişi karanlıkta fenerlerle çıkıyoruz yola. Daha 500 metre gitmeden bir ses duyuyoruz arkadan, Şirin koşarak yetişiyor bize. Yolun geri kalanına 8 kişi devam ediyoruz.

 
Yavaş yavaş gün ağarmaya başlıyor, biraz daha hızlanıyoruz gün doğumunu kaçırmamak için. Daha önce bu parkurda işaretleri kaybedip gecikince gün doğumunu kaçırmışlar. Tam fenerin görüş alanımıza girdiği noktada biz de kaybediyoruz işaretleri ama gün doğumunu kaçırmıyoruz ne yapıp edip tepeye tırmanmayı başarıyoruz. Ve Eylül güneşi selamlıyor bizi.

 



Otele dönüp kahvaltımız ettikten sonra Şeref Kaptan'ın teknesiyle bu kez de Adrasan'ın koylarına doğru yol alıyoruz. Öğle yemeği şimdiden heyecanlandırıyor bizi. Kaptanın annesinin Boy Otu ile pişirdiği soğan dolması meşhur. Her yıl Rota'ya özel pişiriyor bir tencere. Hatta aramızda sırf soğan dolması için gelenler bile var.





 
Hava rüzgarlı olduğu için deniz çok dalgalı o sebeple Akseki, Sazak ve Ceneviz Koy'larında uzun molalar vererek bitiriyoruz günü. Otele gelip valizleri aldığımız gibi doğruca dönüş yoluna koyuluyoruz. 

   

Koskoca 9 gün göz açıp kapatana kadar bitiyor tatilde olunca. Pegasus'un 23.10 Antalya-Sabiha Gökçen seferiyle dönüyoruz İstanbul'a.




Bu yazıdaki fotoğrafların bir kısmı sevgili Hakan, Emine, Sadık ve Erkan'a ait. Bu güzel kareleri sizinle paylaşmama izin verdiler. Çok teşekkür ediyorum.