25 Ocak 2016 Pazartesi

Malta Liman Turu ve Valetta St. John's Katedrali 1 Eylül 2015 5. Gün

Malta'da 4. günümüz. Dün Comino ve Gozo Adaları için tur satın alınca Sight Seeing tur şirketi de bize tekne ile liman turu hediye etmişti biz de güne bu tur ile başlamaya karar verdik. Zaten sabah erken çıkılıyor ve sanıyorum 2 saat falan sürüyor oradan da yine Valetta'ya gidip eksik kalan yerleri göreceğiz.

Kahvaltının ardından Paceville inip tur şirketinin hop on hop off otobüsleri ile Sliema'ya gidiyoruz. Liman turu buradan başlıyor. Teknemizi beklerken Malta'nın o şirin sarı otobüslerinden birini görme şansımız da oldu Oysa gelmeden izlediğim videolardan her yerde görebileceğimi sanmıştım. Meğer bunlar önceleri Malta'da ulaşım için kullanılıyormuş ama bir süre önce değişmiş. Malta seyahati boyunca gördüğüm tek sarı otobüs bu oldu. Onu da hediyelik eşya dükkanına döndürmüşler. Sahibiyle sohbet ederken İstanbul'dan geldiğimi duyunca ilk sorusu ''şu anda İstanbul kaç milyon'' oldu. Kalabalıklığımızın şanı oralara kadar gitmiş anlayacağınız. 



Limanları gezeceğimiz tekne şu Maltanın meşhur Luzzu'ları var ya işte onların büyük versiyonu. Saymadım ama sanıyorum 40-50 kişi alıyor. Sliema'dan hareket eden teknemiz ilk olarak Marsamexett Limanı'nın ortasında yer alan Manoel Adası'nın etrafından dolaşıyor.
Gzira'dan bir köprü ile ulaşılabilen adanın kuş bakışı görüntüsü bir yaprağa benziyormuş. 

Adadaki Lazzaretto Hastanesi'nin orjinali 1500'lü yılların sonunda tahtadan yapılmış bir hastaneymiş. Veba salgını sırasında karantina hastanesi olarak yapılmış. Salgın ortadan kalkınca da hastahaneyi yıkmışlar.

Hastahanenin bu hali 1600'lü yılların ortalarında bu kez de kolera salgınını kontrol altına almak için yapılmış.

Manoel Kalesi ve Yat Limanı da yine bu tur sırasında gördüğümüz yerler arasında. 



Valetta ise denizden bir başka güzel görünüyor. St. Elmo Kalesi'ni, limanı sanıyorum karadan bu kadar güzel görüntüleyemezdik. 1565 yılında Turgut Reis bu sularda kuşatmış adayı. Osmanlı donanmasıyla şövelyeler arasında savaş tarihin en kanlı savaşı olarak anılıyor hala Malta'da. Zaten nereye gitseniz tarihlerinde hep bu kuşatmayı ve yenilmez Osmanlı Donanması'nı nasıl geri püskürttüklerini anlatıyorlar. 

Büyük Liman daha çok tersane olarak kullanılıyor. 1800'lü yılların başında Malta Şövalyeleri tarafından kurulmuş. Adanın İngiliz hakimiyetine geçmesiyle Kraliyet Donanması ile birleştirilen bu tersaneler hızla Akdenizin en önemli tersaneleri konumuna gelmiş. Özellikle dünya savaşları sırasında ana ikmal üssü olmuş. Günümüzde de gemi yapımı Malta'nın önemli bir gelir kaynağı imiş.

Yaklaşık iki saat süren liman turunun ardından yine hop on hop off otobüslerle Valette'ya gidiyoruz. İstikamet St. Jhon Katedrali. Geçen defa giriş saatini kaçırdığımız için girememiştik. Katedralin girişi ücretli 6 Euro idi ama 2016'da 10 Euro olmuş. Malta'da katedrallere girerken örtünmek gerekiyormuş. Tekne turundan geldiğimiz için bunu hiç hesaba katmamıştım. Neyse ki şortla giriliyormuş, sadece kolları örtmek yeterliymiş. Bunun için de girişe şal koymuşlar. Ben kendi şalımı güneşten korunmak için kullanıyordum öyle girebileceğimi söylediler.






Malta şövalyeleri için yapılan St. John Katedrali'nin dışı ne kadar sade ise içi de o kadar gösterişli. Barok mimarinin en güzel örneklerinden biri. Altın varaklar, işlemeler, tablolar arasında insan nereye bakacağını şaşırıyor. Katedrallerin dışı korsan saldırılarından korunmak için özellikle sade yapılıyormuş. 
Katedralin bir de müze bölümü var. Burada İtalyan ressam Caravaggio'nun St. John'un kafasının kesildiğini tasvir ettiği The Beheading of St. John The Babtist adlı eseri sergileniyor. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Çıkışta Katedralin hediyelik bölümünde tablonun kartpostallarını satıyorlar.




Katedralden çıkışta yine kendimizi Valetta'nın o güzel sokaklarına atıyoruz. Birbirinden güzel sokaklardan geçip limana doğru ilerlerken rengarenk kumaşlar ve bayraklarla süslü bir sokak çıkıyor karşımıza. Meğer filim seti imiş not almadığım için adını hatırlayamadım maalesef ama bu yıl vizyona girecek filmlerden biriymiş.   
Valetta'da limanda bir hayli restoran ve cafe var. Ev sahibimiz Monica akşamları buranın çok keyifli olduğunu söylemişti ama hem dönüşte sıkıntı olacağını düşündüğümüzden hem de fiyatlar biraz yüksek olduğu için yemek için yine San Giljan'a dönmeye karar verdik. Ama güzelim Valetta'dan ayrılmadan önce de ayaklarımız yeter artık diyene kadar gezebildiğimiz kadar gezdik sokaklarda. 
Akşam yemeği için San Giljan'da bir İtalyan lokantası olan Rafael'i tercih ettik. Buraya gitmeden önce rezervasyon yaptırmanız gerekebilir. Biz biraz geç gittiğimiz için sorun olmadı ama erken saatlerde burada yer bulmak sorun olabiliyor.

Gündüz gezdiniz Malta'da akşamları ne yapacağım diye düşünmeyin. Malta'nın gündüzleri kadar geceleri de çok keyifli. 



Paceville'de mutlaka zevkinize uygun bir yer bulursunuz. Mesela biz bu akşam geçerken çalan müzik kulağımıza hoş gelince bir şeyler içmek için Hugo Terrace'a girdik. Burası hem yemek yemek hemde müzik dinleyip dans etmek için hoş bir mekan. 



Malta tatilimiz bitmedi, devam edecek....

15 Ocak 2016 Cuma

Malta - MDINA ''SESSİZ ŞEHİR'' 31 Ağustos 2015 4. Gün


Malta'da 4. günümüz. Ağustosun son günü olmasına rağmen hava oldukça sıcak. Aslında termometre o kadar yüksek göstermiyor ama nem dolayısı ile hissedilen sıcaklık bunaltıyor. O yüzen biz de sabahları denize girip öğleden sonra kültür turu yapmaya karar verdik. Bugün dünyanın en büyük 3. kubbesine sahip Mosta Kilisesini ve UNESCO Dünya mirası listesinde yer alan Malta'nın eski başkenti Mdina'yı gezeceğiz. Kahvaltının ardından plaja giderken yol üstünden City Sight adlı tur şirketinden de Gozo ve Comino adaları için tur biletlerimizi aldık. Alırken sıkı bir pazarlık etmeyi de unutmadık tabi. Gozo ve Comino'yu birlikte alınca onlar da bize tekne ile liman turu hediye ettiler. 

Denize Pembroke yakınındaki kayalık plajdan giriyoruz. Aslında Paceville'de bir plaj var ama oranın pek temiz olmadığını duyduğumuz için oradan girmiyoruz. Paceville'den de  denize giren bir sürü insan var, tercih size kalmış yani. Biz kayalık  plajdan denize giriyoruz ama orada da gölge alan hiç yok kendinizi güneşten koruyacak şemsiye şapka falan alsanız iyi olur. 

                MOSTA KİLİSESİ
Öğleden sonra ilk olarak San Julain's'dan 203 numaralı otobüsle Mosta'ya gidiyoruz. Burada Ratunda of Mosta yada Mosta Dome olarak bilinen kiliseyi gezeceğiz. Mosta Roma'daki San Paul ve İstanbul'daki Ayasofya kiliselerinden sonra Avrupa'nın 3. en büyük kubbesine sahip kilisesiymiş. Mimarisi Roma'daki Pantheon Kilisesi'nden esinlenerek yapılmış, gerçekten de benziyorlar.

Kilisenin bir de mucize hikayesi var. 2. Dünya savaşı sırasında Almanlar Mosta'ya saldırıyorlar. İçeride 300 kişilik bir ayin olduğu sırada buraya bir bomba isabet ediyor ve  tavanı delip insanların arasına düşüyor ama mucize bu ya patlamıyor ve kimseye hiçbir şey olmuyor. Burayı ziyaret ederseniz yan tarafta hediyelik eşyaların satıldığı bölümde aslını değil ama bombanın sergilenen bire bir kopyasını görebilirsiniz.  





Mosta'dan ayrılmadan kilisenin hemen karşısındaki The Cake Box'ın tatlılarından da denemenizi tavsiye ederim. Oturabileceğiniz masaları yok ama paket alabiliyorsunuz.

                               SESSİZ SEHİR MDİNA
Mosta Kilisesi'ni ziyaret ettikten sonra Malta'nın Valetta'dan önceki başkenti Mdina'ya geçiyoruz. Etrafı surlarla çevrili şehrin kapısında faytonlar bekliyor. Kapıda faytonları görünce içerisini çok büyük sanmayın ama. Her sokağa girip çıkarak gezseniz bile tüm şehri 1 bilemedin 2 saatte gezersiniz. Yok biraz otantik olsun derseniz fayton tercih edilebilir, yarım saatlik tur 35 Euro. 


Mdina Ortaçağ ve barok mimarisi karışımıyla Avrupa'nın en güzel antik sur şehri olarak biliniyor. Tarihi M.Ö. 4000'lere kadar uzanıyormuş. Ortaçağ'da burada soylular yaşarmış o dönemde adı Soylular Şehri anamına gelen Citta Notabile imiş. Malta'nın tam merkezinde tepeye kurulu olan şehir adanın tamamına hakim bir konumda. Eskiden Rabat ve Mdina aynı surların içindeymiş, adanın Arap hakimiyeti sırasında iki şehiri birbirinden ayırmışlar.

Bu kadar tarih bilgisinden sonra elimizde harita başlıyoruz şehri gezmeye. Aslında şehri gezmeye girişteki zindanları başlayacaktık ama geç geldiğimiz için zindanlar kapanmış. 


Labirenti andıran dar sokakları var Mdina'nın. Dar sokaklar minik meydanlara çıkıyor. Şehir adeta bir açık hava müzesi gibi. Her ev her sokak ayrı bir güzel. Mdina'ya dışarıdan araçların girmesi yasak zaten bu yüzden sessiz şehir anlamına gelen Cilent City deniyor.



Trafikle yaşamaya o kadar alışmışız ki daha kapıdan geçer geçmez şehrin sessizliğiyle tuhaf bir duygu kaplıyor içimi. Sanki terkedilmiş bir şehiri geziyoruz gibi. Arada bir şehri gezen turislerden gelen bir ses yada sokaktan geçen bir faytonla bozuluyor şehrin sessizliği. 




Malta'da pek çok yerde olduğu gibi Mdina'da da kapılar ve panjurlar renga renk ve çoğu kapalı. İnsan o renkli görünümün ardındaki yaşamları merak ediyor doğrusu. Ve işte Malta'nın klasik kapı kolları... Burada en güzel örneklerini görmek mümkün.




Mdina'da Malta'nın ünlü camlarının satıldığı dükkanları, St. Paul Katedralini ve Malta tarihinin anlatıldığı Malta Experience görülebilir.
Mdina'nın sessiz sokaklarını gezip bitirdikten sonra ev sahibimizin tavsiyesi üzerine buradaki Fontenella Cafeye gidiyoruz. Yemekleri idare eder lezzette ama hiç olmadı burada bir kahve molası vermenizi tavsiye ederim. Çünkü Mdina Malta'nın en yüksek tepesinde kurulu olduğu için buranın terası Malta'yı kuş bakışı izleyeceğiniz en güzel yer.  Bu arada ülkenin en yüksek noktası olduğu için olsa gerek Mdina Malta'da üşüdüğüm tek yer oldu. O yüzden Mdina'ya giderken yanınıza bir şal yada ince bir hırka alırsanız hiç fena olmaz.   

Ve son bir not Mdina'ya mutlaka öğleden sonra gidin ve mümkünse gün batana kadar da şehirde kalın. Hava kararıp da sokak lambaları yandımı şehir bir başka güzel oluyor. 

Aklıma gelmişken ben henüz izlemedim ama Game of Thrones dizisinin bazı bölümleri Mdina'da çekilmiş bakalım izlerken fark edebilecekmiyim.


Malta gezimizde bir sonraki durağı tekne ile liman turu ve Valetta'da St.Jhon Katedrali olacak. Gezerken hayran olduğum Valetta şehri denizden bir başka güzel görünüyor.

4 Ocak 2016 Pazartesi

ROMANYA'NIN BAŞKENTİ BÜKREŞ


Bükreş'i ziyaret etmeyi düşünüyorsanız mutlaka planınızı bahar ayları için yapın derim. İlkbahar yada sonbahar fark etmez, ikisi de parkı ve bahçesi bu kadar bol bir şehirde çok güzel olur sanırım. 


Benim için 2015 yılı seyahat açısından verimli bir yıl oldu. Bir yıl dört ülke hiç de fena sayılmaz, darısı 2016'nın başına diyelim artık. Gerçi Bükreş seyahati iş içindi ama olsun bu tarz gezilere hem ziyaret hem ticaret diyorum.


Romanya'ya gitmeye niyetliyseniz Avrupa Birliği üyesi olduğu için shengen vize yada Romanya vizesine ihtiyacınız var. Ama Romanya'dan vize aldınız mı bunu diğer Avrupa ülkelerine girişte kullanamıyorsunuz aklınızda bulunsun. Para olarak hala Lei kullanıyorlar. Bazı döviz bürolarında Türk Lirası bile bozdurabiliyorsunuz ama yine de yanınızda Euro bulunsun ne olur ne olmaz.


Romen gençler İngilizcenin yanı sıra İtalyanca, Macarca ve Almancayı da yaygın olarak biliyorlarmış. Ülkenin okur yazar oranı da çok yüksek % 99.2 gerçekten çok iyi. Zaten bu kadar çok kütüphanesi olan bir ülkeden de bu beklenirdi.

Gezimize gelince 12 Aralık sabahı kalabalık bir basın grubu olarak THY'nin sabah uçuşuyla koyuluyoruz yola. Bir saat sürdü sürmedi Romanya'nın başkenti Bükreş'teyiz. Hava oldukça soğuk ama şansımıza güneşli. Alanda bizi rehberimiz Arda Bey karşılıyor. Otele ancak 2 gibi giriş yapacakmışız, normalde basın toplantısı da bugündü o da yarına ertelenince biniyoruz otobüse ve başlıyoruz şehri gezmeye. 
 
Vakti zamanında ünüyle Avrupa'ya korku salan lider Vlad Tepeş yani Kazıklı Voyvoda'nın şehri Bükreş. Şehrin ortasından Tuna'nın bir kolu olan Dambovita nehri geçiyor. 2 milyonu aşkın nüfusuyla Romanya'nın en büyük şehri. Şehirde ilk dikkatimi çeken şey 6 şeritli geniş caddeleri ve parkları. 


Geniş caddeleri, müzeleri, tiyatroları konser salonları ile cap canlı bir şehirmiş Bükreş. O sebeple 19. Y.Y.'da Balkanların Paris'i derlermiş Bükreş için. Hatta şehirde pek çok bina Paristen esinlenerek yapılmış. Mesela 1914'te ölenlerin anısına inşa edilen Zafer Takı The Arch of Triumph Paris'tekinin birebir aynıymış.
  
Avrupa'nın en eski insan fosili Romanya'da bulunmuş. Ülkenin kuzeyinde bir mağaradaki bulunan fosillerin tam 42 bin yaşında olduğu tahmin ediliyormuş. Romanya'da kurulan ilk devlet ise Traklar'ın kurduğu Daçya krallığı imiş. Gotlar, Hunlar, Avarlar, Slavlar derken bir çok kez istila edilmiş.  Ama galiba ülkeye en büyük kötülüğü 24 yıl ülkeyi yöneten Çavuşesku yapmış. Bükreş sanatın ve mimarinin masalsı başkentlerinden biriyken, Nikolay Çavuşesku güzelim barok binaları yıkıp yerine beton bloklardan sosyal konutlar yaptırmış.


Romenlerin deyimiyle Calea Victoriei yani Zafer Yolu. Çavuşesku'nun hışmından kendini kurtarabilen binaların olduğu bir cadde, oldukça uzun ve Bükreşin en eski caddelerinden biriymiş. Vakti zamanında burada dönemin soyluları yaşarmış. Zaten şehirde görmeniz gereken pek çok yer, bütün lüks markalar ve oteller de yine bu cadde üzerinde yer alıyor.   

Victoriei meydanını geçince ilk olarak Geroge Enescu Müzesini görüyoruz tabi sadece otobüsten. Geroge Enescu Romanya'nın ünlü müzisyenlerinden biri. Şehirde adına her yıl festival düzenleniyormuş, hatta şehrin filarmoni orkestrası da adını yine George Enescu'dan almış. 

Biraz ilerleyince yine yolun sağında Muzeul Colectilor de Art yani Sanat Koleksiyonları Müzesini gösteriyor rehberimiz. Tur otobüsüyle gezince böyle, hangisiydi görene kadar geçip gidiyorsunuz.  Görselleri elimde yok yani.




Biraz daha daha gidince  Atenul Roman konser salonu çıkıyor karşımıza. Yunan tapınaklarına benzeyen girişiyle konser salonunun mimarisi çok güzel görünüyor. Geroge Enescu Filarmoni Orkestrası da konserlerini bu binada veriyormuş. Bu bir iş gezisi değil de kendi planladığım bir gezi olsaydı burada bir konser izlemek isterdim doğrusu.

Fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla binanın içi de dışı kadar hoşmuş. Aslında gündüz çekebilsem çok daha iyi görme şansınız olacaktı. Bu da konser salonunun otel duvarından çektiğim siyah beyaz fotoğrafı.



Resme meraklıysanız Ateneul Roman Konser Salonu'nun çaprazında Romanya Ulusal Sanatlar Müzesi var. Müzede Romen sanatçıların yanı sıra Monet, Rubens, Rembrandt gibi Avrupalı sanatçıların eserleri de görülebilirmiş. Bu gezi de ben pek çok yeri sadece dıştan görme fırsatı bulabildim maalesef. Ama yazıyı yazarken baktım müzeyi sanal gezebiliyorsunuz. Merak ederseniz işte linki www.mnar.arts.ro/virtual-tour Bu arada Ulusal Sanatlar Müzesi Bükreş'te elektrikle aydınlatılan ilk binaymış.


Ulusal Sanatlar Müzesinin karşısında atın üzerinde heykeli bulunan zat 1. Carol. Kendisi Alman olmakla beraber Osmanlı döneminin ardından Romanya'nın ilk kralı imiş. Heykelin arkasındaki barok bina ne derseniz o da üniversite kütüphanesi. 1895 yılında inşa edilmiş. İçinde tam 4 milyon kitap varmış.
Kütüphanenin yanındaki geniş meydan ise Devrim Meydanı. Devrimin başlangıç noktası olan bu meydan Çavuşesku'nun sonu olmuş. 21 Aralık 1989 günü Diktatör Lider Çavuşesku'yu desteklemek üzere meydanı dolduran kalabalık isyanı başlatıyor. Helikopteri ile alandan kaçan Çavuşesku 22 Aralık'ta yakalanıyor. Hemen kurulan mahkemede yargılanıyor ve 25 Aralık günü de karsıyla beraber kurşuna dizilerek öldürülüyor. Üstelik bu da televizyondan canlı olarak yayınlanıyor ne acı bir son. 
 
Meydandaki bu anıt da Yeniden Doğuş Anıtı. Devrimde hayatını kaybedenlerin anısına dikilmiş. Meydanda bir takım heykeller de vardı ama onların ne anlama geldiğini bilmiyorum. Rehberimize soracaktım ama unutmuşum. Blog için fotoğraflara bakınca aklıma geldi. 



Devrim Meydanı'nın hemen çaprazında Kretzulescu Kilisesini görüyoruz. Bir ortodoks kilisesi olan bu yapı 1700'lü yılların başında yapılmış. 1940 yılında depremden zarar gören kilise yeniden onarılmış ama komünizm döneminde yıkım kararı alınmış. Neyse ki bazı mimarların çabalarıyla yıkımdan kurtulmayı başarmış. İlk gün sadece otobüsle dıştan gördüğümüz kilise otelimize çok yakın olduğu için Pazar günü içini de görme şansım oldu. Ancak içeride ayin olduğu için fazla görüntü alamadım. İnsanlar rahatsız oluyorlar ki bu konuda da sonuna kadar haklılar. Doğrusu camide namaz kılarken benim de fotoğrafımı çekseler ben de bu durumdan pek hoşlanmazdım.


Yine Calea Victoriei üzerinde beni en çok şaşırtan şey ise Odeon Tiyatrosu'nun önündeki Atatürk Büstü oldu. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu yazıyor.  Ne kadar doğru bilmiyorum ama hatta Türk girişimciler sayesinde romenler buraya Atatürk Meydanı diyorlarmış. 


 
 








Gerçekten Zafer Yolu yani Calea Victoriei üzerinde ne çok şey varmış. Bu neoklasik tarzdaki bina ise sadece ordu evi. Romenler Cercul Militar National diyorlar. 1911 de inşa edilmiş, o yıllarda aslında genel kurmay binası imiş ama komünizm döneminde ordu evi olarak kullanılmış. 


Bükreş'te ilk içini ziyaret ettiğim kilise yine Calea Victoriei üzerinde Zlatari Kilisesi. Küçük bir kilise ama Vikipedia'ya göre 1850 tarihli bir kilise imiş. Ziyaret ettiğimiz sırada içerde ibadet eden insanlar vardı. Beni şaşırtan ise ibadet eden kişilerin namaz kılar gibi secdede dua ediyor olmalarıydı.



CEC Bank ise Romanya'nın en eski bankasıymış. Bu bina 1900 yılında bankanın merkez binası olarak inşa edilmiş. Daha önce burada bir manastırın kalıntıları varmış. Metal ve camdan yapılmış kubbesi sütunlu giriş kapısıyla bir banka için çok hoş bir yapıya sahip. 
Ulusal Tarih Müzesi ise CEC Bank binasının hemen karşısında. Merdivenli girişi bana bizim İstanbul'daki Arkeoloji Müzesini çağrıştırdı. Önceleri Postane olarak inşa edilen bu müzenin de mimarisi CEC Bank kadar güzel. Müzede Romanyada tarih öncesi dönemden günümüze kadar bulunan eserler sergileniyormuş. Maalesef içine girmek kısmet olmadı. Fotoğrafta çok sağda kaldığı için fark etmemiş olabilirsiniz, elinde dişi kurt taşıyan bronz bir heykel var, Roma şehrinin kurucusu Romulus ve Remus'u emziren dişi kurdu temsil ediyormuş.


Buradan rotayı Bükreşin meşhur Parlamento Sarayı'na çeviriyoruz. Çavuşesku buranın adını Cumhuriyet Evi koymuş ama Romenler Halk Evi diyorlarmış. Burası Avrupa'nın en büyük ve Pentagondan sonra dünyanın ikinci büyük binası imiş. Tam 1100 odası varmış. İnşaatına 1984 yılında başlanmış, Çavuşesku burayı kendisi için yaptırıyormuş ama burada görev yapmak nasip olmamış maalesef. Oysa o bu binanın inşası için 30 bin kişiyi evinden etmiş, tarihi binaları kiliseleri yıktırmış. O yüzden de Romenler bu binayı pek sevmezlermiş. Parlamento binasını ziyaret etmek için önceden randevu almak gerekiyormuş ve yanlış hatırlamıyorsam 20 kişilik gruplar halinde gezdiriyorlarmış. 


Yol Üzerinde Gördüğüm Bir Kilise
Dünyanın ikinci büyük parlamento binasını da gördükten öğle yemeği ve valizlerimizi bırakmak üzere otelimize gidiyoruz. Otelimiz NH Otel merkezin biraz dışında. Bizi davet eden şirket bunu fark edince organizasyonu yapan tur şirketinden hemen değişiklik yapmalarını istiyor. Biz öğle yemeğini yiyene kadar merkezde Calea Victoriei üzerindeki Hotel Novotel'e rezervasyonlarımız yapılıyor. NH Otel'de yediğimiz sebze çorbası sıcacık tahıllı ekmek ve tere yağ muhteşemdi. Ama şnitzel ve tatlı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Mevsim kış olduğu için biz Hotel Novotel'e gidip odalarımıza yerleşene kadar hava kararıyor. Odalara yerleşip biraz dinlendikten sonra Old City denilen Bükreşin eski yerleşim yerini gezmek üzere yeniden rehberimizle buluşuyoruz. 


Burası otelimize çok yakın 5-10 dakika yürüme mesafesinde. CEC Bankın karşısından girerek gezmeye başlıyoruz. Romenler buraya Lipiscani bölgesi de diyorlarmış. Orta çağdan 19. yüzyılın başlarına kadar bu bölge özellikle ticaret açısından şehrin en önemli bölgesi imiş. Komünizm döneminde bir ara bu bölgenin tamamen yıkılmasına karar verilmiş neyse ki bu karar uygulanmamış. 

Old City denilen bölge trafiğe kapalı, biraz bizim Beyoğlu gibi Bükreşin eğlence merkezi de denilebilir. Kafeler, barlar, kulüpler, restoranlar, mağazalar tarihi binalar kiliseler hepsi iç içe. Burası Bükreş'in 7/24 uyumayan tek bölgesi imiş. Biz gece gezdik gündüz gezmenin daha zevkli olacağını düşünüyorum. Yarın bir ara fırsat olursa buraya yeniden gelmeyi not ediyorum aklıma. 


Soğuk olduğundan olsa gerek Cumartesi akşamı olmasına rağmen sokaklar çok kalabalık değil. İnsanlar daha çok kapalı mekanlardalar. Oysa yaz fotoğraflarında gördüğüm bu sokaklar cıvıl cıvıl. 

Biz de bölgeyi kısa keşfin ardından yemek için buranın tarihi bir mekanı olan Caru Cu Bere'ye gidiyoruz. 

Caru Cu Bere romence bira vagonu demekmiş. Stavropoleos Caddesi üzerindeki bu mekan aslında 1879 tarihinde bira üretimi ve sunumu yapılan bir yer olarak açılmış.  Şu an geleneksel yemekleri bulabileceğiniz hoş bir restoran. 

Gitmeden önce mutlaka rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim yoksa masa için epey bir süre beklemeniz gerekebilir. Burada Romen yemeklerini ve biralarını deneyebilirsiniz. Böyle bir mekan için fiyatlar makul. Bir de rehberimiz aslında bir Macar içkisi olan Palinka diye bir likör tavsiye etti. Ama alkolle arası pek iyi olmayan benim için oldukça sert.  


 
Caru Cu Bere'de Romen dansı gösterisi

Burada gündüzleri öğle yemeği ile birlikte keman konseri oluyormuş. Akşam da Romen halk danslarından gösteri oluyor. Turistik bir mekan ama yemekler lezzetli idi. Porsiyonlar da çok büyük mesela bir çorba geldi neredeyse küçük bir tencere iki kişi rahatlıkla içebilir.


Ana yemek olarak da gulaş yedik. Benim için onun porsiyonu da oldukça büyüktü. Caru Cu Bere'den başka Chocolat, Hanul Manuc, La Mama yemek için tavsiye edilen mekanlar. Eğer yurt dışında yemek sıkıntısı çekenlerdenseniz Romanya'da aç kalmazsınız bolca İtalyan ve Türk lokantası da bulmanız mümkün. Hiç olmadı tereğay ekmek yersiniz Bükreş'in ekmekleri çok lezzetli.

Yemeğin ardından bir kısmımız otele dönerken biz üç kişi biraz daha kalıp Bükreş gece hayatını keşfe çıkıyoruz. Ama belki soğuk olduğundan, belki de Bükreşliler daha geç saate eğlenmeye çıkıyorlardır bilemem, kafamıza göre bir yer bulamayıp otele geri döndük. Rehberimiz gece için Bamboo ve Bao Clup'ı tavsiye etti. Ama ben Fratelli, Madam Pogany ve Loft'unda iyi mekanlar olduğunu okumuştum. 

Bükreş'te gece için bir başka seçenek te Casinolar. Diğerleri öylemi bilmiyorum ama bizim otelin girişi ücretliydi. Not almadığım için kaç liraydı hatırlamıyorum ama 30 ile 50 Lei arası bir şeydi. İradenize hakim değilseniz gitmenizi tavsiye etmem tabi.  

13 Aralık 2015

Dün akşamdan ekiple sabah 9'da kahvaltıda buluşmak üzere sözleşince sabah erken kalkıp Bükreş sokaklarında dolaşmak için vaktim kaldı. Otelden çıkar çıkmaz yüzüme vuran soğuk hava o kadar iyi geliyor ki, hemen kendime geliyorum. Hava soğuk ama güneş ışıldıyor, yine şanslıyız yani. Dün otobüsle geçerken fotoğraflayamadığım bir kaç yerin fotoğrafını çekip kahvaltı için otele dönüyorum.

Basın toplantısını saat 13:00'e almışlar. O zaman Köy Müzesini ( Village Museum yada Muzeul Satului) görecek vakit var deyip hemen taksiye atlıyoruz. Bükreş'te taksi kullanırken hangi taksiye bindiğinize dikkat etmelisiniz.
Standart taksi fiyatı yok. Bir kaç çeşit taksi şirketi var ve hepsinin kilometre fiyatı farklı. Ben üzerinde 1.39 yazanları kullanmanızı tavsiye ederim. Hangi taksinin kilometrede ne kadar yazdığı üzerinde yazıyor. Biz taksi ile gittik ama müzeye otobüs, tramvay yada metro ile ulaşmakta mümkün.
Calea Victoriei'den Köy Müzesi 10 Lei civarı bir şey yazıyor yani 8 TL. Müze giriş ücreti 10 Lei. Biz basın olduğumuz için müze girişine ücret ödemedik.


Köy Müzesi Herastrau Parkın yanında, Herastrau gölün kıyısında 15 hektarlık alan üzerine kurulmuş bir açık hava müzesi. Burası Balkanların en büyük açık hava müzesiymiş. Müzede Romanya'nın farklı zaman dilimlerinden tarihi evler, kiliseler, ahırlar o dönemlerde kullandıkları eşyalar sergileniyor.

Burada Romanya'ya özgü el işleri ve hediyelikler bulmakta mümkün. Her zaman oluyor mu bilmiyorum ama biz ziyaret ettiğimiz sırada geleneksel kıyafetleriyle gençler yaşlılar çocuklar parkta dans gösterileri yapıyorlardı. 



Herastrau parkı gezecek vaktimiz olmadığı için ancak kapısından fotoğraf çekmekle yetindik. Burası önceleri bataklıkmış, ıslah edilerek parka dönüştürülmüş. Parkın arka tarafındaki gölde yazın küçük tur tekneleriyle geziler düzenleniyormuş. 
Müzeye giderken yol üzerinde görüp, Rio de Janerio'daki Kurtarıcı İsa Heykeli'ne benzeterek fotoğrafını çektiğim bu anıtı ise Havacılık Kahramanları anıtıymış. 1. Dünya Savaşı'nda hayatını kaybeden havacılar anısına yapılmış.

Köy Müzesini  gezdikten sonra tekrar otele dönüyoruz. Basın toplantısı röportajlar derken saat 16.30 oluyor. Aslında eski şehri gündüz gözüyle de gezmek istiyordum ama yine gün bitti. Artık gezebildiğimiz kadarını göreceğiz.
İlk durak dün akşam geçerken gördüğüm Stavropoleos Manastırı. Burası 1724 yılında inşa edilmiş bir ortodoks manastırı. O dönemde rahibeler için yapılmış. Stavropoles Haç Şehri anlamına geliyormuş. Manastır çok büyük değil ama özellikle ahşap kapısı ve kapı çevresindeki taş işçiliği iç kısmındaki barok süslemeler ve freskler görülmeye değer. Manastırın avlusunda ise 18 yüzyıldan kalma mezar taşları sergileniyor.


Bir sonraki durak yine dün gece görüp yarın mutlaka videosunu çekmeliyim dediğim manastıra 2 dakika yürüme mesafesindeki Romanya Ulusal Bankası. Bu binayı hem bir ekonomi çalışanı olarak, hem de bir gezgin olarak görüntülemek istemiştim. Mimarisi o kadar hoş ki önünden geçerken hemen dikkatinizi çekiyor. 


Hızlıca fotoğraf çekip dün akşam görüp de  kapalı olduğu için giremediğimiz Curtea Veche Müzesi ve Sfantul Anton Kilisesinin yolunu tutuyoruz. Ama maalesef yine geç kaldık. Belki bir daha ki Bükreş gezisine artık.
Curtea Veche bizim Kazıklı Voyvoda dediğimiz Vlad Tepeş döneminde soyluların yargılandığı mahkeme imiş. Tarihten hatırlarsınız kendisi dönemin Eflak Beyliğinin Voyvodası. Düşmanlarını, özellikle esir aldığı aldığı Osmanlı Askerlerini kazığa çakarak işkence ederek öldürürmüş o yüzden bizde Kazıklı Voyvoda olarak bilinir. 
Hanul Hanuc ise Sfantul Anton Kilisesinin tam karşısında. Dün akşam geçerken görmüş ama vakit olmadığı için içine girememiştim. İnternetten edindiğim bilgiye göre burası 1808 yılında han olarak inşa edilmiş. O zamanlar sahibi Ermeni asıllı Manuk Beymiş. Şu an otel ve restoran olarak kullanılıyormuş. Hatta mutlaka kuzusunu ve şarabını deneyin diye yorumlar okudum. Ama ben ziyaret ettiğim sırada sanki tadilatta gibiydi. Arnavut kaldırım taşı döşeli avlusu, ortasındaki kuyusu, ahşap balkonları ile Osmanlı Mimarisini çağrıştırıyor.


Bükreşte vakit kalırsa giderim diye en sona bıraktığım yer ise Yılbaşı Panayır Alanı. Aslında bir gece önce uğramıştık, ama vakit geç diye kapıları kapattıkları için girememiştik. Romanya Merkez Bankası'nın önünde kurulmuş olan bu alanda yeni yıl için hediyelikler, Bükreş'e özgü tatlar, bir de canlı müzik yapan bir grup vardı. Gelmeden önce okuduğum kalabalık yerlerde hırsızlıklara dikkat uyarısından dolayı alanda biraz tedirgin oldum ama şükür hiç birimiz öyle bir şeye maruz kalmadık.

Soğuk bir kış akşamı Bükreş'e veda ederken yine hoş anılar yeni dostluklar edinmiş olarak dönüyoruz İstanbul'a.