28 Kasım 2014 Cuma

TANZANYA - OLDUVAİ / NOGORONGORO




En Güzel Kahvaltı Çadır Kamplarda

Katikati kampta güzel bir kahvaltı ile başlıyoruz güne . Burası bir çadır kamp ama oteli aratmıyor doğrusu. Rehberimiz Ali Türkler peynir sever deyince bizim için peynir bile almışlar . Peynir pahalı bir şeymiş meğer burada. Kahvaltının ardından diğer kamplardaki arkadaşlar da gelince vakitlice koyuluyoruz yolla.

Dün gece biz kampta sakin sakin uyurken Hüseyin Abilerin kaldığı kamptakiler ava şahitlik etmişler meğer. Tabi gece kimse dışarıya çıkıp ne oluyor diye bakmaya cesaret edememiş ama sabah sırtlanları bulmuşlar avın başında. Bugün önce Olduvai Vadisi'ne gidip Homo Habilis'in yani bilinen ilk insanların izini süreceğiz. Ardından da Nogorongoro Kraterine inip safari ye devam edeceğiz. Sabah ilk olarak dün bıraktığımız noktada zürafaları buluyoruz yine.
Güne erken başlayınca düzlükte daha çok hayvan görüyoruz hepsi karnını doyurmanın peşinde. Ara ara Kenya'dan gelip Nogorongoro Kraterine doğru yol alan sürülere rastlıyoruz yol boyunca. Sakin Sakin otlarken liderin bir işaretiyle hızla koşmaya başlıyor bütün sürü.


Serengeti Milli  Parkı'na yaya olarak girmek yasak olduğu için sadece safari yapanları görüyoruz parkta. Ama parktan çıkar çıkmaz hemen kapının önünde Masaileri buluyoruz yeniden. Zaten uzunca bir süre de sadece vahşi hayvanlar ve Mesailerle karşılaşıyoruz yol boyunca.


Atalarımızın İzini Sürüyoruz
Öğle saatlerini buluyor Olduvai George'a varmamız. Dünya üzerinde insanlığın ilk izlerinin rastlandığı yer olması bakımından antropologlar için çok önemli bir yermiş burası. Şu ana kadar ulaşılan bilgilere göre yaşam burada başlamış dünya üzerinde. Önce Afrika'ya ardından da tüm dünyaya yayılmış. Doğrusu karşımdaki manzara çok etkileyici sanki bilim kurgu filmlerinden kalma bir mekan gibi. 


Bundan milyonlarca yıl önce yaşam nasıldı buralarda acaba? Neye benzediklerini müzedeki eserlerden gözümde canlandırmaya çalışıyorum biraz. Sanırım o dönemde yaşayan bir insan olmak istemezdim. Ama zamanda yolculuk mümkün olsa, o dönemde insanlar nasıl yaşıyordu buralar nasıl yerlerdi, ne tür hayvanlar vardı, yaşamak için ne gibi mücadeleler vermek zorunda kalıyorlardı, gidip bir bakıp dönmek isterdim doğrusu. 



Buradaki müze oldukça küçük ama sergilenen eserler insanlık tarihi için çok önemli. Mesela 1.8 milyon yıllıkmış bir insana ait olan bu kafatası. 





Bu da 3.5 milyon yıl önce yaşamış üç insana ayak izleri. Sanki üç kişilik bir aileye aitmiş gibi. Yanardağ patlaması sonrası üzerini kaplayan küllerle taşlaşmış. Olduvai'de şu ana kadar yapılan   kazılarda bol miktarda hayvan ve insan fosili bulunmuş. 



Müzeyi gezdikten sonra kazı bölgesine inip o dönemin izlerini yakından gözlemledikten sonra Ayak İzleri'nin geleneksel bayramlaşmasını da burada yaptırıyor bize Hüseyin Abi. Bir de efkar dağıtıyoruz üzerine ooofffff ooofffff.



Nogorongoro UNESCO Dünya Mirası Listesinde Yer Alıyor
Olduvai'nin ardından safari yapmak üzere kratere doğru yola koyuluyoruz. Kratere kıvrıla kıvrıla virajlı bir yoldan iniyoruz. Serengeti gibi Nogorongoro da Masailerin kullandığı maa dilinden geliyormuş. Krater anlamına gelen gorongo derlermiş buraya. Krateri de kapsayan Nogorongoro Koruma Alanı, UNESCO Dünya Mirası Listesinde ve koruma altındaymış.





Bu bölge Doğu Afrika'da yaşayan pek çok hayvan türüne ev sahipliği yapıyormuş. Jeff Afrika'nın beş büyüklerini burada tamamlayabileceğimizi söylüyor. Krater zengin volkanik yatağıyla hayvanlar için ideal bir yaşam alanı oluşturuyormuş. Ancak vadiden ileriye geçiş olmaması salgın bir hastalık durumunda hayvanların telef olmasına sebep oluyormuş.



Kratere iner inmez kalabalık bir sırtlan sürüsüne rastlıyoruz. Ne oluyor bir av sahnesine mi şahit olacağız derken araçlara doğru gelmeye başlıyorlar biz heyecanla olacakları beklerken önümüzden geçip yolun karşı tarafına gidip su içiyorlar sadece. 


Nihayet bir gergedan. Oldukça uzakta, öylece kımıldamadan duruyor. Beş dakikadan fazla bekliyoruz ama bırak yaklaşmayı yerinden bile kımıldamıyor. Sanki canlı değilmişçesine hareketsiz bekliyor olduğu yerde. 


Ve su aygırlarıyla dolu bir göl. İki gün önce iki tanesini görebilmek için epey çaba sarf etmiştik oysa. Koca gölde hiç yer kalmamış gibi birbirlerine sokulmuş duruyorlar. Uzaktan bakınca kımıldamıyorlarsa kaya parçası gibi görünüyor su aygırları.

Böyle De Yatılmaz Ki!
Biraz daha gidince bir fil görüyoruz uzakta. Afrikanın beş büyüğünü tamamlamak üzereyiz yani. File doğru giderken yolun diğer tarafında duran ciplere doğru gidince düzlükteki kuru otlara kamufle olmuş uyuyan erkek aslanları görüyoruz. Bu aslanlar uyurken bütün karizmalarını yitiriyorlar bence.

Tamam özünde bir kedisin de Allah aşkına bir krala yakışıyor mu bu şekilde uyumak? Daha önce de Edinburgh'da bu şekilde görüntülemiştim bu aslanları. Soldaki fotoğraf Edinburgh, sağdaki Tanzanya.


Şimşek'in söylediğine göre gün içinde neredeyse yirmi saat uyuyormuş erkek aslanlar. Bu durumda aslında günün dört saati kral, geri kalanında bildiğin kedi yani bu aslanlar. O kadar gürültü yapmamıza rağmen maalesef uyandıramıyoruz.



Aslanları uykudan uyandıramayınca fili görüntülemek üzere yeniden yolun diğer tarafına gidiyoruz. Fil bütün heybetiyle devirdiği ağacın dallarını yiyor olduğu yerde. Jeff bu filin yaşlı bir fil olduğunu söylüyor. Yaşlı filler genellikle sürüden ayrılır ve yola yakın yerlerde beslenirlermiş. Ayrıca dişinin kırık olması da yaşlılığının başka bir kanıtıymış.


Afrikanın Beş Büyüğünü Neredeyse Tamamladık
Bugün gördüğümüz gergadan, aslan ve fille birlikte dün gördüğümüz çitayı da leopar yerine sayarsak Afrika'nın beş büyüğünü tamamlamış oluyoruz. Kraterden yine döne döne çıkıyoruz. İnişte olduğu gibi çıkışta da inanılmaz bir bitki örtüsü var. Ağaçlardan yer yer gök yüzü görünmüyor. Sanki yağmur ormanlarında yolculuk eder gibiyiz. 
Bugün Karatu Bölgesi'nde iki ayrı otelde konaklayacağız. Yol boyunca yine artık görmeye alıştığımız tozlu yollardan ve yoksulluğun içinden geçerek geliyoruz otelimiz Country Lodge'a. Geçtiğimiz yerleri görünce otelle ilgili beklentimi o kadar aşağı çekmiştim ki kapıdan girince gördüğüm manzara karşısında tabir yerindeyse dona kaldım. Burası yeşillikler içinde çok şirin bir otel. Bahçenin ortasında bir havuz var, odalarımız ise yine cibinlikli yataklarıyla tertemiz.

Akşam yemeği de yine çok lezzetli. Menü kabak çorbası, balık yada domuz ızgara seçenekli yanında da pancar, patates ve börülce. Tatlı ise elmalı turtaya benzer bir şeydi ama benim damak zevkime pek uymadı. Bu arada bugün Hüseyin Abi'nin eşi Serpil Abla'nın doğum günü için rehberimiz Nezihe'nin organize ettiği sürpriz ise çok hoştu.

 

Yemeğin ardından hepimizin yorgun ve havanın serin olmasına rağmen battaniyelere sarınıp havuz başında oturmayı da ihmal etmedik elbet. İnsan ömründe kaç kez gelir Tanzanya'ya, hazır dolunayı da bulmuşken tadını çıkartalım dedik.

Yarın Arusha'da son safari günümüz. Ardından Kilimanjero'ya oradan da Zanzibar Adasına geçeceğiz.  

17 Kasım 2014 Pazartesi

TANZANYA - SERENGETİ'DE SAFARİ


Yine erken başlıyoruz güne, kahvaltının ardından daha saat sekiz olmadan yollardayız. Bugün dünyanın en büyük doğal yaşam alanlarından birinde, Serengeti Milli Parkı'nda Safari yapacağız. Ama rehberimiz Ali, çoğunluğu kadın olan grubumuzda kaleyi içten fethedip hediyelik eşya satılan bir mağazaya götürüyor bizi. Ahşap oyma, magnet , incik, boncuk derken epey zaman harcıyoruz. 

Günlerden pazar, tatil olduğu için herkes dışarıda.  Derilerinin rengine inat insanlar renkli giyinmeyi seviyor burada. Sokaklar yine rengarenk yani. Kimisi kiliseye gidiyor, kimisi pazara. Neredeyse hiç birinin ayağında ayakkabı yok. Ya terlik var ayaklarında yada yalın ayaklar. Bizim her kıyafetin altına ayrı renk ayakkabılarımız geliyor aklıma ve bitmek tükenmek bilmeyen isteklerimiz. 



Yol boyunca ara ara sorguluyorum kendimi. Aynı dünyada yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz ama hayattan beklentilerimiz ne kadar farklı. Acaba mutlular mı? Yada ne mutlu eder onları neye üzülürler, nasıl bir hayatları olsun isterlerdi?


Ne kaldırım var ne ara sokak bir tek araçların geçtiği ana cadde asfalt. Geri kalan her yer kırmızı toprak.  Her yer, her şey evler, dükkanlar hep bu kırmızı topraktan tek katlı küçük ve sade. Evlerin çoğunda ne su var ne elektrik. Mobilyacının mobilyaları tozun toprağın içinde. Derme çatma lokantalar marketler, her şey o kadar sade ki. Etrafta çok az özel araç var. Genellikle dala dalalar, bajajiler ve bisikletler yollarda.

Öğle saatini buluyor Nogorongro Milli Parkına varmamız. Aslında biz bugün Serengeti'ye gideceğiz ama Nogorongoro'nun içinden geçmemiz gerekiyor oraya gitmek için. 



Önce Nogorongoro Kraterini kuş bakışı görüntülüyoruz. Tepeden aşağıdaki düzlük adeta bir deniz gibi görünüyor. Kenya'dan gelen hayvanların son göç noktasıymış burası. Milyonlarca hayvan parkın kuzeyi ve güneyi arasında gidip gelirmiş her yıl.



Serengeti masailerin kullandığı maa dilinden geliyor diyor şoförümüz Jeff, sonsuz düzlük demekmiş. Serengeti yolu boyunca sık sık Masai'lere rastlıyoruz. Çoğunlukla erkekler ve çocuklar inek ve koyun sürülerinin peşindeler. Çocukların bir kısmının yüzü boyalı yani ergenliğe geçiş öncesi sünnet olanlar bunlar. Masai'lerden bir önceki yazıda ayrıntılı olarak bahsetmiştim. 


ZENCEFİLLİ GAZOZ DENEYİN

Serengeti'de safariye başlamadan önce yine tur şirketinin bizim için hazırladığı öğle yemeklerini yiyoruz. Menü yine aynı sadece bisküvi ve meyveyi değiştirmişler. Biz yemeğimizi yerken rengarenk kuşlar üşüşüyor başımıza kendi paylarına düşeni almak için.  Bu arada bir de iguana görüntüleme şansımız oluyor. Yemeğin ardından kahve almak için kafeye gidince tangavazi görüp vazgeçiyorum kahveden. Tangavazi Tanzanya'ya özgü zencefilli gazoz. Gelmeden önce denenmeli diye okumuştum. Son kalanı ben almış olduğum için merak eden arkadaşlar da benimkinden tadına bakıyorlar. Zencefil seviyorsanız denemenizi öneririm. 


AFRİKANIN BEŞ BÜYÜKLERİ

Şoförümüz Jeff bugün Afrika'nın 5 büyüklerini görebileceğimizi söylemişti. O yüzden Serengeti Milli parkına girer girmez gözlerimiz aslan, fil,  gergedan, leopar, bufalo aramaya başlıyor. Artık zebralara antiloplara bakmıyoruz bile. Onlar bize çok sıradan geliyor. Aslan görmek istiyoruz ya düzlükte her gördüğümüz kıpırtıyı aslan sanıyoruz. Aslan aslan diye diye sonunda bir ağacın altında rastlıyoruz dişi aslana.



Biz yanına yaklaşıyoruz ama o hiç istifini bozmuyor bile. Hatta ''ya siz hiç aslan görmediniz mi'' edasıyla bakıyor bize. Bir taraftan da ağacın dalını yemeğe çalışıyor sanki kendisi vejeteryanmış gibi.



Bugün Safari açısından verimli bir gündeyiz. Antiloplar, zebralar, zürafalar, deve kuşları, öküz başlı antiloplar, afrika domuzları hatta bufalolar bile her yerdeler. Ama biz hala Afrika'nın beş büyüklerini tamamlamaya çalışıyoruz. Fil, erkek aslan ve gergedan arıyoruz yani.




Parkın içlerine doğru biraz daha gidince ilerdeki kayalığın üzerinde sere serpe yatan anne aslan ve yavrularını görüyoruz bu kez. Biraz uzağız ama olsun BBC'den Michael Nichols bu pozu yakalayabilmek için tam altı ay aslan sürüsünü takip etmek zorunda kalmış.


Biraz gidince bir çita çıkıyor karşımıza bu kez, otların arasında gizlenmiş. Sanki av için pusudaymış gibi geliyor bize ama tam o sırada kalkıp salına salına önceden avladığı antilobun başına geçiyor. Ve az ilerde bir ağacın tepesine bir akbaba muhtemelen avdan kendi payına kalacakları bekliyor.


Gözlerimiz bir erkek aslan yada fil arıyor artık. Ama yine dişi bir aslan çıkıyor karşımıza. Aslan ama bin şahit ister aslan demeye. Bildiğin kedi bu, nasıl da uyuyor ağacın dalında sere serpe.

Bu arada Tanzanya'ya geldiğimizden beri her yerde gördüğümüz Masailerin parkta olmadığı çekiyor dikkatimi. Meğerse parka girmeleri yasakmış. Sadece onlar değil tabi, yaya olarak hiç kimse Serengeti Milli parkına giremiyormuş. Parkta yaya olarak görülmeniz avlanmak için orada olduğunuz anlamına geliyormuş ve park görevlileri sorgulamadan sizi vurma hakkına sahipmiş . Zaten safari boyunca da Jeff araçlardan inmemize izin vermedi.



Bunlarda arabaların sesini duyunca yuvalarından dışarı fırlayıp merakla bizi süzen çakallar.

 
Serengeti'de altı buçuktan sonra safari yapmak yasakmış. O yüzden de Jeff bizi bir an önce kampa yetiştirmeye çalışıyor. Tam da bu sırada Zürafalar çıkıyor yolumuza. Jeff onların geçmesini beklemeyince telaşla kaçışıyorlar önümüzden. 



SERENGETİ'DE NEREDE KALINIR?
Serengeti'nin içindeki Katikati Kampa geldiğimizde gün neredeyse batmak üzere. Bu kampın etrafında vahşi hayvanların kampa girmesini önlemek için teller olduğunu hatta gece o tellere düşük miktarda elektrik bile verildiğini duymuştum. Ama bizim kampın etrafında hiç bir şey yok. Sorunca öğreniyorum ki bir süre önce kaldırılmış o teller. 

Ben kamp çadır deyince sizin aklınıza ne geldi bilmiyorum ama aslında dün gece kaldığımız lodgedan fazlası var eksiği yok bu çadırların. Çadırımızda kendi banyo tuvaletimiz sıcak suyumuz elektriğimiz bile var. Tek sorun vahşi hayvanlarla dolu bir düzlükte çadırda kalacak olmamız. Bir de görevliler çadırınızın dışına tek başınıza çıkmayın, kamp ateşinin yanına yada restorana gelirken kapınızın önündeki feneri sallayın biz gelip sizi alırız deyince korkmadım desem yalan olur.


Katikati kamptan Serengeti de 9 tane varmış. Bunların hepside aynı şirkete aitmiş. Biz en son kurulan 9. da kaldık. Doğal hayatı korumak ve hayvanların İnsan kokusuna alışmaması için bu çadırlar her üç ayda bir yer değiştirmek zorundaymış. Öyle diyor kampın işletme müdürü Joseph.


Çadır deyince insan beklentisini düşük tutuyor ama burada yediğimiz yemekler dün akşam otelde yediğimizden daha çok lezzetliydi. Üstelik sadece alkollü içecekler ekstraydı.Yemeğin ardından kamp ateşinin başına geçiyoruz. Dolunay, kamp atesi, yıldızlarla dolu gökyüzü huzurla dolduruyor insanın içini . Kayan bir iki yıldız bile görüyoruz ama her zamanki gibi kayan yıldızı görmenin sevinci bana dilek tutmayı unutturuyor yine.

Biz ateşin başındayken uzaktan hayvan sesleri geliyor. ''Hiç yırtıcı hayvan gelir mi kampa'' diye soruyorum çalışanlara. ''Korkmayın'' diyor çalışanlar ''onlar ışığa gelmez, hem biz de buradayız zaten''. Haydi bakalım adrenalini yükse bir gece olacak gibi.

Afrika için oldukça serin bir gece, çadırın dışından gelen hayvan sesleri önce biraz ürkütüyor ama sonunda günün yorgunluğuyla yenik düşüyorum uykuya. Yarın yine vahşi hayvanların peşinde uzun bir gün bekliyor bizi.

Alper Seyrek ve Şenol Ayyıldız'a fotoğraf desteklerinden dolayı teşekkürler...

5 Kasım 2014 Çarşamba

TANZANYA - MASAİLER VE LAKE MANYARA

4 EKİM 2014
Darüssalem'de sabah otelde buluşuyoruz ekibin geri kalanıyla. 42 kişiyiz ama gruptan çok azını tanıyorum aslında. Birlikte güzel bir kahvaltı edip Arusha'ya gitmek üzere doğruca havalimanın yolunu tutuyoruz. Bu terminal indiğimizden daha da küçük. Neredeyse tüm salonu biz dolduruyoruz.

Darüsselam'den Arusha'ya küçük pırpır uçaklarla gideceğiz. Uçaklarımız 18'er kişilik olduğu için 3 uçak ancak alıyor bizi. Uçağımız o kadar küçük ki dengeyi ayarlamak için yerlerimizi değiştiriyor görevliler. Uçuş öncesi yardımcı pilot arkaya dönüp kuralları anlatamayı da ihmal etmiyor bu arada. O kuralları anlatırken bende bir taraftan ayetel kürsi okuyorum içimden. 



Uçuşumuz 1,5 saat sürüyor. Burası Darüsselam'dakinden de  küçük bir havalimanı. Öyle kural falan da yok. Biz ilk gelen grubuz, ekibin geri kalanını beklerken fırsattan istifade aprona girip  türlü türlü fotoğraf çekiyoruz. Kimse bir şey demiyor.

Apronun tek misafirleri biz değiliz bu arada. Bizden başka bir de minik ziyaretçileri var. Onlar da okulca gezmeye gelmişler. Gülden çantasındaki çikolataları çıkartınca birbirinden şirin bu minik şeylerin hepsi başımıza üşüşüyor. Biz onların fotoğrafını çekiyoruz, onlar bizim. Ekibin tamamının gelmesi öğle vaktini buluyor. Havalimanında bizi yine Antilope tur şirketinden rehberimiz Ali karşılıyor bu kez.  Herkes tam olunca Hüseyin abi elindeki listeleye göre bizi çıkışta bekleyen ciplere dağıtıyor. Her cipte 7 kişi var, biz 2 numaralı cipteyiz.

Bugün ilk olarak bir masai köyünü ziyarete gideceğiz. Köye gitmeden önce yol üzeri bir tesiste durup tur şirketinin bizim için hazırladığı lunch boxlarla (kumanya)  karnımızı doyuruyoruz. Bu günkü öğünümüz ızgara tavuk, sandviç, bisküvi ve meyve suyundan oluşuyor. Burada bizim gibi yemek yiyen başka turistler de var. Galiba onların paketlerinde de aynı şeyler vardı.

KİM BU MASAİLER?
Yemeğin ardından masai köyüne gitmek üzere koyuluyoruz yola. Masailer Tanzanya'daki 125 kabileden biri. Afrikanın cesur savaşçıları olarak biliniyorlar. Sık sık yer değiştirdikleri için sayıları tam olarak bilinmiyormuş.  Geçimlerini inek, keçi, koyun besleyerek hayvancılıkla sürdüren masailer doğada vahşi yaşamla iç içe yaşıyorlar. Yanlarında keskin bıçaklarıyla gezerlermiş hep. Gerektiğinde kükreyen bir aslanın üstüne atlamaktan çekinmezlermiş. Masailer besledikleri hayvanları yemez, genelde pirinç ve kuru gıda ile beslenirmiş. Yeterli tahıl elde edemedikleri zaman hayvanlarını tahıl ile takas ederlermiş. Vücutlarındaki vitamin düzeyini dengelemek için de besledikleri hayvanların kanlarını içerlermiş. Çok eşli olan masailerde kadın da erkek te birden fazla eşe sahip olabiliyormuş. Ergenlik yaşına gelen erkek sünnet seremonisinden sonra diğer yetişkinlerin eşleriyle birlikte olabilirmiş. Tabi bu sünnet olayını da yine kendi yöntemleriyle yapıyorlarmış. Doktor, ilaç, anestezi yok yani. 

Sünnet olan çocuk yüzünü boyar 1 ay boyunca eve gelmez doğada yaşar cesaretini ispat edermiş. Bu süre boyunca sadece ailesinin bir ağaç altına kendisi için bıraktığı yemeği alır ve yeniden vahşi yaşamın içine dönermiş.Safari boyunca ormanın her yerinde tek başlarına yada gruplar halinde ellerinde sopalarıyla rastladık onlara.

 Masailerde kimin ne yapacağına hayvanını hangi bölgede otlatacağına kabilenin yaşlı erkekleri karar verirmiş. Yaşadıkları evleri inşa etmek ise kadının göreviymiş. Yuvarlak şekilli bu evleri yaparken çamur, inek pisliği ve ot kullanıyorlarmış. 

Evlerini vahşi hayvanlardan korumak için sivri odunlardan çit yaparlarmış etrafına. Kadınların işi ev yapmakla bitmiyor elbette. Su bulmak, odun toplamak, inek sağmak, yemek yapmak ve çocukları yetiştirmek te annenin işiymiş. 


Ayrıca masailer çocuklarını okula da göndermezmiş. Çocuğunu okula göndereni dışlarmış kabile. O yüzden aileler çocuklarını kendi geleneklerine göre cesur bir  savaşçı olarak yetiştirir, doğayla baş etmeyi, ilaç yapmayı, hastalık, doğum, ölüm ritüellerini öğretirlermiş. 

 
                                                BU BİR AŞK DANSI ASLINDA 
                                           
Köye vardığımızda Masailer üstlerinde geleneksel mavi kırmızı giysileriyle hoş geldin dansı ve çığlıklar atarak karşılıyor bizi. Aslında bu dansı kadınları etkilemek için yaparmış onlar. Dansın sonundaysa sırayla zıplamaya başlıyor erkekler. Kim en yükseğe zıplarsa onu seçermiş kadın.

Erkeklerin ayaklarındaki sandaletler çekiyor dikkatimi. Kendileri yapıyormuş araba lastiğinden. Kadınların da boynunda boncuklardan yapılmış renkli renkli kolyeler, kollarında bilezikler var. Kadın her koşulda kadın yani. Bir de kulaklarındaki küpe delikleri ilginç olan. Hepsinde değil ama bazı kadınlarda ve erkeklerde var ve bildiğimizden çok büyük. 


 
Dansın ardından masailer bizi içeri davet edip evlerini gezdiriyor. Evlerinin tam ortasında bir ocak ve etrafında da yine taş ve ot kullanarak yaptıkları yatakları yer alıyor. 

Avludaysa kendi yaptıkları takıları satıyorlar. Bu takılar buradayken insana çok güzel görünüyor ama İsanbul'a varınca abartılı bulacağıma eminim. İrademe hakim olup sadece anneme bakır bir bilezik alarak ayrılıyorum buradan.



DAHA ÇOK BELGESEL İZLEMEM LAZIM
Masai köyünden sonra doğruca Lake Manyara yani Manyara Gölü'nün yolunu tutuyoruz. İlk safarimizi burada yapacağız. Hangi hayvanları görebileceğiz doğrusu çok merak ediyorum. Bu arada fark ettim ki ben çok az hayvan türü biliyormuşum meğer.


Parkın varınca rehberimiz giriş biletlerini alırken ilk olarak ağaç dallarının arasından bir mavi maymun karşılıyor bizi. Parkta free Wi-Fi var hemen fotoğrafını çekip sosyal medyadan paylaşıyorum arkadaşlarımla.



 

 

Araçlarımıza binip parkın içine doğru girince bu kez bir babun ailesi kesiyor yolumuz. Kimisi annesinin sırtına kurulmuş kimi yolun ortasında keyifle meme emiyor. Kimi de bitini ayıklıyor istifini bozmadan.






Ağaçlı yolda biraz ilerleyince çalıların arasından ürkek bir antilop çıkıyor karşımıza. Hemen fotoğraflar çekiliyor şakır şakır.







MÜHENDİSLİK HARİKASI
Sizce bu ne? İnanmayacaksınız ama bu bir karınca yuvası. Ben ilk kez gördüğüm için çok şaşırdım.Genellikle Afrika bölgesinde yaşayan ak karınca yada termit denilen karınca türü yaparmış bu yuvaları. Üstelik bu yerin üstünde görünen kısmıymış alt tarafa doğru da metrelerce uzantısı varmış. Bildiğin apartman yapmış bu termitler ve sık sık görüyoruz bunlardan daha sonra gezi boyunca yol kenarlarında.  


Öndeki araçların tozundan korunmak için yüzümüz gözümüz sarılı devam ediyoruz safariye. Tam düzlük alana geliyoruz ve zebraları görüyoruz. Yanı başında da afrika sığırlarını. Bize aldırmadan düzlükte yayılmaya devam ediyorlar.


Su aygırlarının bulunduğu seyir terasına geliyoruz sonra. Önümüzde ördekler ve birkaç çeşit su kuşu var ama biz ille de su aygırını görmeye çalışıyoruz. Uzaktan da olsa görüntüleyebiliyoruz sonunda. Bir yaban öküzü yada öteki adıyla bufalo görüyoruz biraz daha yan tarafa bakınca. 


Gün biterken ormanın içinde çeşit çeşit ışık oyunları sergiliyor güneş. Bir taraftan kuş cıvıltısı öte yandan mis gibi çiçek kokuları geliyor ağaçların arasından. Ben yasemine benzetiyorum gelen kokuyu ama Hüseyin abi kına kına bitkisi diyor. Sıtma ilacı bu bitkiden elde ediliyormuş meğer.
 
Gün batarken varıyoruz tam da adı gibi Manyara gölü manzaralı Manyara View Lodgea. Hızlıca odalara yerleşip akşam yemeğine geçiyoruz. Gece bir safarimiz daha var çünkü. Yemek sırasında afrika müziği eşliğinde akrobasi gösterisi izliyoruz.

Gece safarisi için sadece iki araç olduğundan iki grup halinde gideceğiz. Biz ikinci grupatayız. İkinci gruba kalınca bizden fire veren de çok oldu ve kaldık tek araca. Koca ormanın içinde tek bizim aracımız var yani. Gece olması, araçların gündüzkünün aksine üstünün ve yanlarının açık olması insanı biraz ürkütmüyor desem yalan olur. 


Aracın ön kapağının üstünde oturan park görevlisi elinde projektörle görüş alanımızı aydınlatmaya çalışıyor. Maymunlar ve kuşlar uykudalar. Hatta yolun kenarında uyuyan bu kuş projektör ışığına rağmen yerinden kımıldamıyor. Gece  çoğunlukla avcılar ayakta. Bir sırtlan şaşkınca bizim projektörün ışığına bakıyor. Sanıyorum bir av peşinde. 


Yine gündüz olduğu gibi zebralar, antiloplar ve afrika sığırlarını görüyoruz. Birazda ürkütüyoruz galiba hayvanları. Bilmem projektörden bilmem aracımızın sesinden, gündüz bizi umursamazken gece korkuyla kaçışıyorlar önümüzden. 
 
GECE SAFARİSİ

Dönüş yolunda bir ağacın dalında ne olduğunu bilmediğim bir kuş ve dallarda dolaşan vahşi bir kedi gösteriyor bize park görevlisi. Gece olduğu için bunların hiç birini doğru dürüst görüntüleyemedik elbette.

Afrikada uzun bir günün ardından otele döner dönmez sivri sineklere karşı silahımızı kuşanıp derin bir uykuya dalıyoruz. Gerçi hiç sinek yok ortalarda ama bizimkisi tedbir olsun diye zaten.

Devam edecek. Sırada Serengeti ve Nogorongoro var.

Masai fotoğrafları için Nursel Öziri ve Alper Seyrek'e, masai çocuklar fotoğrafı için Sabiha Kervan'a ve ev içi fotoğrafı için Şimşek Tanık'a teşekkürler. 
__._,_.___A

30 Ekim 2014 Perşembe

TANZANYA - DARÜSSELAM'DA BİR GÜN

3 EKİM 
Bu kez biraz kalabalık çıkıyoruz yola tam 42 kişiyiz. Kurban bayramına bir  gün kala Gülden, Alper ve ben havalimanında buluşuyoruz. Alper Kilimanjero'ya Gülden'le ben Darüsselam'e uçuyoruz. Ekibin geri kalanıyla bayramın 1. günü Darüsselam'da buluşacağız.  THY ile uçuşumuz tam 7 saat sürüyor. Gece 2.40 gibi iniyoruz Julius Nyerere Havalimanına. Burası ülkenin en büyük havalimanı imiş ama bizi şaşırtacak kadar küçük.


VİZE ÜCRETİ 50 DOLAR
Pasaport kontrolü öncesi vizelerimizi almak üzere sıraya giriyoruz. Uçakta dağıtılan vize formlarını doldurmuştuk zaten, bunlarla birlikte pasaportun arasına vize ücreti olan 50 doları koyup görevliye teslim ediyoruz. Ardından isimlerimizin okunmasını bekliyoruz. Verilen sıraya göre değil karışık okunuyor isimlerimiz. Vizemizi aldıktan sonra pasaport kontrolü için yeniden sıraya giriyoruz. Pasaport kontrolü sırasında görevli resmimizi çekip parmak izimizi alıyor.


Biz pasaport işlemlerimizi tamamlayıp çıkıncaya kadar valizlerimiz gelmiş bile. Valizlerimizi alıyoruz ama dışarı çıkmada önce bir de bagajlarımızı güvenlik bandından geçiriyorlar. Nihayet işlemlerimizi tamamlayıp dışarı çıkıyoruz. Çıkışta bizi otelimize götürmek üzere bize burada hizmet verecek olan Antilope Tur şirketinden Ömer Bey bekliyor. 

BARIŞ ÜLKESİ DARÜSSELAM
Tanzanya'nın en büyük şehri olan Darüsselam arapçada "Barış Ülkesi" demekmiş.  Şehir, 1974'e kadar ülkenin başkentiymiş. Bu tarihten sonra Dodoma'nın başkent olmasına karar verilmiş. Darüsselam başkent olma ünvanını Dodoma'ya kaptırmış ama 1996'ya kadar başkent olarak kalmış. Yeni başkent Dodoma olmasına rağmen Darüsselam hala bürokrasinin merkeziymiş. Ülkenin ekonomi, kültür, eğitim ve ticaret işleri Darüssalem'den yönetiliyormuş. Denizin karanın içine girmesiyle oluşan haliç, doğal limanı olarak kullanılıyormuş. 

Darüsselam de dikkatimi çeken ilk şey yolların oldukça bozuk oluşu. Neredeyse hiç asfalt yok. Olanda zaten delik deşik. Ayraca sokak lambaları da yok denecek kadar az. Otel yolu üzerinde sokakta, kapıların önünde uyuyan insanlar görüyoruz. "Bunlar evsizler mi?" diye soruyorum Ömer'e. Hayır diyor, "onlar Masai burada gece bekçiliği yapıyorlar". "Bekçi uyur mu?" diyorum, uyusalar bile onlara kimse yaklaşamazmış korkarlarmış Masai'lerden burada. Daha sonra Masaileri de ayrıca yazacağım.

Otelimiz şehir merkezinde Tiffany Diamond Otel. Otele varışımız saat 4'ü buluyor. Zaten bu gece rezervasyonumuz olmadığı için sabahı beklememiz gerekiyor. Biz odamızı beklerken Tanzanya'ya gelmeden blogları okurken tanıştığım http://tanzanyanotlari.blogspot.com.tr/  yazarı Sibel geliyor ziyaretimize. Sibel gerek yazılarıyla, gerekse şahsi olarak sorduğum her soruyu cevaplayarak bu seyahat öncesi bana çok yardımı oldu. Birlikte dışarı çıkıp önce döviz bürosundan biraz para bozduruyoruz, 1 dolar 1670 THS. Aklınızda olsun 2003 tarihinden eski oldumu almıyorlar doları. Aslında hemen her yerde dolarla alış veriş de yapabiliyorsunuz ama bazen kuru daha düşük hesaplıyorlar. Ardından  kendimize burada kullanmak üzere birer telefon hattı alıyoruz. Çünkü Turkcell'in Tanzanya'da geçerli paketi yok. Buradan aldığımız hata, internet paketi yapıp Türkiye ile öyle haberleştik.
Sibel'e şehri gezmek istediğimizi söyleyince bize bir günde öncelikli görmemiz gereken yerlerin listesini yapıyor. Yaya gezebilirsiniz ben bugüne kadar bir şey yaşamadım ama bazı bölgeler tehlikeli olabilir diyor. Ardından bir taksi çevirip pazarlık ediyor. 5 saat için 50000 shiling yani 30-35 dolar arası bir rakama anlaşıyor. Elimize listemizi alıp koyuluyoruz yola. Bu şoförümüz Salun. Arabaya binip konuşmaya başlayınca Salun'un yok denecek kadar az ingilizce bildiğini fark ediyoruz. Ama bu saatten sonra yapabileceğimiz bir şey yok, biraz tarzanca gezmeye başlıyoruz şehri.



Ellerinde fincanlar kahve içen insanlar görüyoruz sokakta. Burada alışkanlıkmış meğer sabahları kahve içermiş herkes sokak satıcılarından. Satıcılar ellerindeki çaydanlık benzeri kaplarla hemen oracıkta ateşin üzerinde pişiriyorlar kahveyi. 






Ardından rengarenk giysileri, sırtlarında çocukları ve başlarında taşıdıkları yükleriyle kadınlar çekiyor dikkatimi. O kadar yükü nasıl taşıyorlar başlarında şaşıyorum. Bu bir yetenek olsa gerek.



Darüssalem kalabalık bir şehir. Gelmeden okumuştum trafik bir kilitlendi mi saatler sürebiliyormuş açılması. Ama bizim şansımıza olsa gerek, biraz sakin bugün. Trafik sakin ama her yer delik deşik, insanın Tanzanya'nın en büyük şehirlerinden birinde oluğuna inanası gelmiyor. Bazı bölgelerden geçerken Salun aracın camlarını kapatıyor. Çantalara dikkat, camı açıp fotoğraf çekmeyin diye uyarıyor. Sibel de söylemişti zaten bazen trafik ışıklarında durunca gözünüzden gözlüğü yada elinizden konuştuğunuz telefonu bile alıp kaçan oluyormuş. 

Ulaşım için daha çok bisiklet, dala dala dedikleri minibüs ve bajajileri kullanıyorlar. Bajajiler Hindistandaki tuk tuklardan etkilenerek yaptıları üç tekerlekli taşıma araçları.  



FISH MARKET - BALIK PAZARI
Salun ilk olarak fish market yani balık pazarına götürüyor bizi. Burası o kadar kötü kokuyor ki boş ver gezmeyelim diyorum önce Gülden'e ama sonra merakım baskın geliyor ve giriyoruz pazara. Deniz kabuklarının satıldığı bölümü geziyoruz önce. Çeşit çeşit deniz kabukları, deniz yıldızları hatta köpek balığı çenesi bile gösteriyorlar bize.
Balıkçılar yolun deniz tarafında. Vakit öğleyi geçtiği için balıklar çoktan satılmış. Çok az balık kalmış pazarda. Alıcılar koli koli balıkları sürükleyerek geçiyorlar yanımızdan. Pazarda herkes meşgul. Kimi kalan balıklar için pazarlık yapıyor, kimi elindeki dev balıkları parçalıyor. Hatta pişirmeye başlayanlar bile var. Çoğu fotoğraflarının çekilmesinden hoşlanmıyor, öfkeyle bakıyor kameraya ama kimisi de poz veriyor bize.

 
Pazarın dışında yol boyunca herkes bir şeyler satıyor. Çeşit çeşit tropikal meyveler, hamur işleri, hatta bir tezgahta bizim hamsiye benzer bir balığa bile rastlıyoruz. Kızartmışlar kağıt külahlara koyarak satıyorlar  çerez gibi. Doğrusu çok merak ediyorum tadını. Ama ilk günden midemi bozmak istemediğim için sadece birtane ağzıma atıp tadına bakıyorum. Tadı da bizim hamsiye benziyor aslında.


Yol boyunca görüntülenecek o kadar çok şey var ki anlatamam. Ama dedim ya yerli halk fotoğraflarının çekilmesinden pek hoşlanmıyor. O yüzden sadece izin alarak çekebiliyoruz bir kaç kare. Hatta bazen önce izin verip sonra da para isteyen bile oluyor fotoğraf için. 



ÇANTALARA DİKKAT
Biz yolumuza devam ediyoruz. Next stop Mama Masai diyoruz Salun'a. Niyetimiz yol üzerinde Enjipai ve Mama Masai diye buraya özgü şeylerin satıldığı 2 yeri görmek. Hakana Matuta (sorun yok) diyor Salun ve bizi Coco Beach'e getiriyor. Coco Beach Oyester bölgesinde upuzun bir plaj. Adının Coco Beach olmasınin sebebi bu bölgede hindistan cevizi ağaçlarının çok olmasındanmış. Plaj hafta sonları kalabalık oluyormuş. Bugün Cuma olduğu için plajda nereseyse hiç kimse yok, sadece tezgahlarda yemek ve meyve satan yerli halk var. Şoförümüz kişisel eşyalarımıza, özellikle çantalarımıza dikkat etmemiz konusunda uyarıyor bizi. Hemen yanımıza gelip bize hindistan cevizi ve hindistan cevizi cipsi satmaya çalışıyorlar. Merak ediyorum ama deneme kısmını başka zamana bırakıyorum. 




KÜÇÜK PRENS'İN BAOBAP AĞAÇLARI
Biz her gördüğümüz değişik şeye bu ne, bu ne diye soruyoruz ya bu kez bir binanın bahçesine giriyor Salun. Nereye geldik diye sorunca hastaneye diyor. Niye geldik deyince de arkamızdaki ağacı gösteriyor. Ne olduğunu anlatmaya ingilizcesi yetmiyor ama dev bir ağaç duruyor karşımızda. Gülden'le ben kollarımızı açtığımızda bile minnacık kalıyoruz ağacın yanında. Sonradan öğrendik ki Baobap ağacıymış bu. Küçük Prens kitabını okuyanlar hatırlar, hani gezegenini onlardan korumaya çalıştığı dev ağaçlar Baobap'lar.


SOKAKTA SATILANLARA DİKKAT!
Buradan sonra Salun bizi kendisinin mama diye hitap ettiği hintli bir hanımın yanına götürüyor. Salun'un müşterilerindenmiş. Bizi misafirperverce karşılıyor, bir şeyler ikram etmek istiyor. Teşekkür edince de çantasından çıkardığı hamur işini çıkartarak bunu bari yiyin diyor.

Kırmayıp birer tane alıyoruz. Biz tatlı tuzlu arası bu ilginç şeyi yerken "aman sokaklardan bir şey alıp yemeyin" temiz değildir siz alışkın değilsiniz diye de bizi uyarıyor.

Kapının önüne çıkar çıkmaz şeker kamışı sattıklarını görüp aaa deneyelim diyorum. Ben sıkıp bize suyunu vereceklerini sanırken soyup parçalayıp bir poşete koyup elime tutuşturuyor. Şeker kamışı havuçtan daha sert içinde lifleri bol, sulu bir şey ama yutulmuyor. O şekerli tadı ve suyu gidince çıkartıp atıyorsunuz.

TROPİKAL MEYVE CENNETİ
Salun'un Mama Masai yada Enjipai'yi bulamayacağını anlayınca listedeki bir sonraki yere, Slipway'e gitmeye karar veriyoruz. Ancak şoförümüz tropikal meyvelere olan merakımı fark etmiş olacak yol kenarındaki meyve tezgahını görünce biz daha bir şey demeden duruyor. 2000 shiling verip bir dal muz alıyoruz. Muzlar bizim alıştığımızın aksine minik minik ama oldukça lezzetli. Yeniden yola koyulup Slipway'e doğru giderken bulamamış olmak içine dert olmuş olacak ki  masai diyerek bizi sepetler, tahta oymalar, maskeler, incik boncuk satılan bir yere getiriyor.
Yeniden yola koyulunca bu kez lüks yapıların olduğu bir bölgeden geçiyoruz. Meğer elçiliklerin olduğu bölgeymiş burası. Burada fotoğraf çekmek yasak. Türk Elçiliğini görünce hemen duruyoruz. Kapıdakiler türkçe bilmiyor ama Türk olduğumuzu söyleyince resim çekmemize izin veriyorlar. İçeri giriş için bir takım işlemler yapmak gerekiyor, vaktimiz dar olduğundan bahçeyi çekip ayrılıyoruz. 

YİNE HAKUNA MATATA
Arabaya binip haydi Slipway'e diyoruz Salun'a. Hakuna matata deyip bu defa da bizi Coco Beach'in diğer ucundaki yerlilerin takı tezgahına götürüyor. İki tane de Masai görünce acaba biz Mama Masai dedikçe Masai görmek istediğimizi mi sanıyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Burada bir de kaju ağaçları görüyoruz ilk kez. Ama daha olgunlaşmamışlar. Kaju bu yeşil meyvenin uç kısmında oluyormuş.


Nihayet Slipway'deyiz. Slipway deniz kenarı bir otel. Otelin yanında da alış veriş yapıp, oturup bir şeyler yiyip içebileceğiniz dükkanlar var. Burada orijinal bir sürü şey bulabilirsiniz ama fiyatlar biraz pahalı. Dükkanlara gire çıka epey vakit harcıyoruz. Sonunda aklımız kalarak ayrılıyoruz Slipway'den.



HİNT OKYANUSUNA KARŞI YEMEK
Darüsselam de son durağımız Sea Cliff Hotel. Burası bir şeyler yiyip içebileceğiniz hoş bir yer. Gün boyu her gördüğümüzü tatmaktan aklımıza gelmemiş yemek yemek. Hint okyanusuna karşı deniz ürünlerinden oluşan akşam yemeğimizi yerken buraya özgü passion fruit söylüyorum içecek olarak. Tadı değişik ama ben sevdim.

Yemeğin ardından Salun bizi otele bırakırken 50000 shlinge anlaşmış olmamıza rağmen 5 saati aştık diye 50 dolar istiyor. Elbette itiraz ediyoruz. Sonunda 60000 shlinge razı oluyor. Meğer bunu sık sık yaparlarmış. Yani ikna edebilirsem diye deniyorlarmış şanslarını. 

Darüsselam'daki bu ilk günün ardından daha saat 9.30 olmadan dalıyoruz uykuya. Yarın sabah ekibin geri kalanıyla buluşup safari yapmak üzere Arusha'ya uçacağız.

Not: Fotoğrafların bir kısmı Darüsselam'da bana yol arkadaşlığı eden Gülden'e ait. Katkılarından dolayı teşekkürler.