26 Temmuz 2013 Cuma

GÜNEYDOĞU 4. GÜN MARDİN



Bugün Mezopotamya'nın bereketli topraklarında gezimizin son günü. Son durak ise dantel dantel örülmüş evleriyle Mardin. Burada da gezilecek görülecek o kadar çok şey var ki. Ancak zaman kısıtlı ve seçmek zorundayız. Mardin'e doğru yol alırken İsa’dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı oluyor ilk durağımız.


Muhteşem bir mimariye sahip olan manastır, milattan önce güneş tapınağı olarak kullanılıyormuş. Romalılar döneminde bir süre kale olarak da kullanılmış. Romalılar bölgeden çekilince de manastıra dönüştürülmüş. Manastır adını etrafında yetişen safran bitkisinden almış. Süryaniler için büyük önem taşıyan manastır, dünyanın dört bir tarafından gelen süryanilerce dua ve bereket için ziyaret ediliyormuş.






Manastır ibadete açık ve burada yaşayan insanlar olduğu için kendi başımıza gezemiyoruz. Manastırın rehberiyle gezmemiz gerekiyor. Biz de rehberimiz beklerken Mardin'e özgü tarçınlı badem şekeri eşliğinde kakuleli kahvemizi içiyoruz.




 
Kahvenin ardından manastırı geziyoruz. Yandaki fotoğrafta 3. resim güneş tapınağı.
Bu yapının sıkıştırma taş usulu ile yapıldığına dikkat çekiyor rehberimiz. Yani hiç harç kullanılmamış. Bölgede ilk matbaa da yine 1876 yılında bu manastıra getirilir (1.resim) ve bu matbaa 1969 yılına kadar kullanılır. 
Deyrulzafaran Manastırı
Manastırdan sonraki durağımız Kasımıye Medresesi. Medresenin yapımına Artuklular
döneminde başlamış, ancak Moğol saldırılarıyla yapımı yarım kalmış. Medrese Akkoyunlu Sultanı Kasım İbn Cihangir tarafından tamamlanmış. Burada hem dini hemde bilimsel eğitim verilirmiş. Rivayete göre Kasım Paşa burada öldürülmüş. Kız kardeşi paşanın kanlı gömleğini savurunca kanı duvarlara sıçramış. Avluda, duvar ıslanınca ortaya çıkan kırmızı lekeler ise bu kan izleriymiş. 






Sibernetik alanın en büyük dahisi ünlü bilim insanı El Cezeri'nin en önemli eseri Su Saati de burada bulunuyor (sağda).








Medresenin avlusunda bulunan havuz ise tasavvufi bir betimlemeyi temsil ediyormuş. Suyun akışı ile doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrası simgelenmiş. Çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu ve suların bir havuzda toplanması ölümü temsil ediyormuş. Daha sonra bu su kanallarla toprağa karışarak topraktan yeniden doğuşu simgeliyormuş.

Kasımıye Medresesi Hayat Havuzu'nun Başlangıcı

İşte Mardin merkezdeyiz artık. Bu gezide dikkat ettim her şehirde bir ulu cami var. Bu kez de Mardin Ulu Cami'deyiz.
 
 
Artuklu mimarisinin izlerini taşıyan Ulu Cami Mardin'deki en eski camiymiş. Caminin Selçuklular döneminde inşa edildiği ancak son halini Artuklular döneminde aldığı tahmin ediliyor. Bu caminin minaresi de Hasankeyf'teki Er Rızık Cami gibi dilimli kubbe şeklinde yapılmış. Caminin daha önce 2 minaresi varmış. Minarelerden birisi 1885 yılında depremde yıkılmış.

Mardin Ulu Cami ile ilgili birde tılsımlı zincir efsanesi anlattı rehberimiz. Bölgede evler taştan olduğu için yılan ve akrep çok olurmuş. Bunların ısırmasını engellemek için ulemalar toplanıp bir zincirin üzerine tılsım yazarlar ve bunu 2 minare arasına bağlarlar. Rivayete göre depremde minare yıkıldığı için akrep tılsımı etkisini kaybetmiş. Ama yılan tılsımı olduğu için Mardin de yılan sokmasına rastlanmıyormuş.




Camiden sonra 14.30'a kadar serbest zaman veriyor rehberimiz. Daha önce gelen bir grup arkadaş kafelerde oturup keyif yaparak tadını çıkartmaya karar veriyor Mardin'in. Ben ve benim gibi ilk kez gelenler ise bu kısa zamanda ne kadar gezersem ne görürsem o kar diye sokaklara atıyoruz kendimizi.


Önce bakırcılar çarşısında buluyoruz kendimizi. Mezopotamya topraklarında dilden dile gelen Şahmeran hikayeleri burada el emeği göz nuru olmuş. Bakıra, tablolara işlenmiş. ( Bir ara efsaneler başlığı altında yazdığım kısımda Şahmeran'ın hikayesini de anlatırım.) Dedim ya vakit dar koşar adım çarşıyı gezdikten sonra Mardin sokaklarını görmek istiyorum. Ancak şansız bir dönem seçmişiz her yerde inşaat var, bütün sokak ağızlarını kırmışlar. Geçmek mümkün değil, şöyle aradan bakmakla yetiniyorum. 

 

Madem vakit var o zaman Mardin Müzesi'ni de görelim diyoruz. Zaten buluşma noktamıza çok yakın. Yol üzerinden aceleyle Refik Usta (yine rehberimizin önerisi) dürüm yiyip hatta bir de üstüne alış veriş yapıyoruz. Kendimize sabun, badem şekerleri bile alıyoruz. 






Mardin Müzesi Cumhuriyet Meydanı'nda. Mardin'in kendine  has mimarisinin örneklerinden birisi olan müzenin kendisi bile müzelik bir eser görünümünde.






Kuzey Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu kültürlerinin Eski Tunç, Asur, Urartu, Grek, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı dönemlerine ait kalıntılar sergileniyor müzede.





Buluşma noktamız müzenin hemen yan tarafı. Akadaşların bir kısmı gelmiş, kafede bekliyorlar. Bizde aceleyle soğuk bir şeyler içelim diyoruz. ''Limonatayı mutlaka dene'' diyor arkadaşlar. Zaten huyumdur gittiğim yerde yöreye özgü bir şey varsa mutlaka denerim. Meyan kökü ve zencefille yapılmış limonata. Not almadığım için ismini şimdi hatırlayamıyorum. Yeni tatlara açıksanız mutlaka deneyin diyorum. Ben çok sevdim. Hatta tarifini alıp evde denedim ama o kadar başarılı olamadım. Sanıyorum oranını dengeleyemedim ama bir kez daha deneyeceğim. Başarılı olduğum noktada
yinebahar.blogspot.com adresinde tarifi paylaşırım.



Tadı damağımda bir mezopotamya gezisiyle dönüyorum İstanbul'a. ''Gezi nasıldı?'' diye soranlara tam bir fragman tadındaydı diyorum.Biraz hızlı olsa da Güneydoğu'da görmek istediğim her yeri görmüş oldum. Geziyi organize eden arkadaşımız Yücel Tellici ve gezideki diğer arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Ayrıca benim eksik kaldığım yerde fotoğraflarıyla da destek oldular.

Gezinin maliyeti ise şöyle
Uçak gidiş dönüş: 187 TL
Yarım pansiyon 3 gece otel + sıra gecesi + tekne turu + rehberlik + transfer: 550 TL
4 öğle yemeği ve 1. gün kahvaltı: Yaklaşık 100 TL
Kişisel alışveriş: 500 TL
Toplam: 1337 TL

Not: Bu maliyete Sabiha Gökçen transferi de eklemeniz gerekiyor. Haa bir de alışveriş konusunda kendinize hakim olmanız gerekiyor. Ben o kadar direnmeme rağmen + 500 TL  alışveriş maliyetiyle tamamladım geziyi.

23 Temmuz 2013 Salı

GÜNEYDOĞU 3. GÜN - DİYARBAKIR / BATMAN / MİDYAT





Bugün Güneydoğu'yu fethimizin 3. günü. İnsanın görmek istediği her yerin bir gezide toplanmış olması çok güzel. Ancak mekan çok zaman dar olunca güne erken başlayıp geç bitirmek gerekiyor.  




Otelde hızlı bir kahvaltının ardından ver elini Diyarbakır. Yarı uyur yarı uyanık yaklaşık 4.5 saat sürüyor Adıyaman Diyarbakır arası. Öğle saatlerinde giriyoruz Diyarbakır'a ve hemen surlara, Keçi Burcu'na çıkıyoruz. Şehir buradan muazzam görünüyor. Dicle nehrinin suladığı bereketli topraklar yemyeşil uzanıyor karşımızda. Bu Diyarbakır'a
2. gelişim aslında. İlkinde iş için gelmem sebebiyle pek gezememiştim. Bugün ise program yoğun. Yine çok yeri göremiycem yani.



Keçi Burcu'ndan inip hemen Anadolu'nun en eski camisi Ulu Cami'ye gidiyoruz. Ancak namaz saati olduğu için içeriyi gezemeden sadece dıştan ve kapı ağzında fotoğraflamakla yetiniyoruz. Orijinalinde kilise olan mabet Arap müslümanlar tarafından 639 yılında camiye dönüştürülmüş. Caminin avlusunu gezerken ünlü İslam bilim adamı El-Ceziri'nin ''Güneş Saati'ni de görme şansını yakalıyoruz.
   











Yol üzerinde Diyarbakırlı şair Ahmed Arif adına oluşturulan müzeye giriyoruz. Diyarbakır evlerinin en güzel örneklerinden biri burası. ''Beşikler Vermişim Nuh'a salıncaklar, hamaklar, Hava anan dünkü çocuk sayılır, Anadoluyum ben, tanıyormusun?''  dizeleriyle karşılıyor bizi şair. Onun hemen yanında yer alan Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu ev de yine Diyarbakır'a özgü taş evlerden ancak kapalı olduğu için burayı gezemiyoruz. 


Hasan Paşa Han



Sırada kahvaltısıyla ünlü Hasan Paşa Han var. Vakit öğleyi geçmiş olduğu için bizde oldukça aç durumdayız.  Vakit öğle ama biz kahvaltı yapacağız. Buraya gelip kahvaltı etmeden gitmek olmaz. Daha önce Nevruz yayını için Diyarbakır'a giden arkadaşlardan bolca dinlemiştim. Sofrayı görünce gözüm dönüyor.

Yandaki resim biz daha kahvaltıya başlamadan, yani bir nevi ordövr tabağı gibi düşünün. Çeşit çeşit peynir, reçeller, kızartmalar, börekler ve yöreye özgü daha bir sürü çeşit. Siz yedikçe geliyor da geliyor. Tam 40 çeşit saydım mı? Hayır ama kesin öyledir. Hele bir kavurmalı yumurta vardı ben hayatımda bu kadar lezzetlisini sanırım daha önce yemedim. 
















Öğle yemeği niyetine yediğimiz kahvaltının ardından araca binmek üzere otoparka gelince tatsız bir sürprizle karşılaşıyoruz. Bizim minibüs çıkarken yandaki araca çarpmış. Aslında çok bir şey yok ama yine de 20-30 dakikalık bir zaman kaybından sonra tatlıya bağlanıyor olay. 


Biz otoparkta şoförümüz Mehmed'in olayı çözmesini beklerken otoparkın hemen yanındaki tarihi bina dikkatimi çekiyor. Hamam olduğunu tahmin ediyorum. Sonra yüce google'a sorunca tahminimde haklı olduğum ortaya çıkıyor. Behram Paşa Hamamı'ymış burası. 1564 yılında yaptırılmış ve Evliya Çelebi  Seyehatname'sine de bahsetmiş bu hamamdan. Ona da bir ara bakarım. Bakalım ne demiş.




Batmana gitmek üzere yola koyuluyoruz yeniden. Sağlı solu petrol kuyularını görüyoruz yol boyunca. Bir Teksas değil ama insan heyecan yapıyor yine de petrol kuyularını görünce. Zaten hep merak etmişimdir, niye bütün komşularımızda çıkıyor bu petrol de biz de yok. 




Batman yolu üzerinde petrol kuyuları kadar mağara evler de dikkat çekici. Ancak onları da uzaktan görüntüleyebiliyoruz. Mağara evleri görünce siz de benim gibi Batman hakkında yanılmayın. Şehir merkezi oldukça modern. Hatta şaşırtacak kadar modern. Hani nereye götürüldüğünüzü bilmeseniz ve birisi sizi şehir merkezine bıraksa, kendinizi büyükşehirlerden birisinin merkezinde zannedebilirsiniz. 



Ve işte Hasankeyf. Dicle'nin kollarında karşımda. Bu büyüleyici atmosferi anlatacak kelime bulamıyorum. Bu gezide bir çok kez hissettiğim gibi yine zamanda yolculuk ediyormuşum gibi geliyor bana. 

Hasankeyf'in görkemli günlerinin tanığı yıkık Artuklu Köprüsü, tarihin sessiz tanığı. Zamana meydan okumuş ancak Ilısu Barajı'nın suları altında kalacağı günü bekliyor çaresiz.


En görkemli çağını Artuklular ve Eyyübiler döneminde yaşayan Hasankeyf bu dönemin izleri ile dolu. Artuklu mimari özelliğini taşıyan Er-Rızık Cami dik kıyı üzerinde kale ile köprü arasında yer alıyor. Caminin büyük bir kısmı yıkılmış ama ayaktaki kısım bile insanda hayranlık uyandırıyor. Hasankeyf’in simgesi olan bu minare, üzerindeki kitabeye göre 1409’da Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Başlı başına bir anıt niteliğinde olan silindir şeklindeki minare de caminin diğer bölümleri gibi kesme taş bloktan yapılmış.


Vakit darlığı sebebiyle biz yapamadık ama vaktiniz varsa siz mutlaka yapın. Malabadi Köprüsüne gidin , Ulu Camiyi ve diğer camileri gezin, inin aşağıya yıkık köprüye dokunun, Diclenin kıyısında gün batırın, şaput balığı yiyin. 

Haaa hepsinden önemlisi vakit ayırın gidin görün bu masal yeri. Sizin vaktiniz olduğunda burası artık sular altında olabilir çünkü.

 


Buranın sular altında kalacağı düşüncesiyle 
için buruk ayrılıyoruz buradan. Dillerin ve dinlerin buluşma noktası Midyat'a geldiğimizde vakit akşam üzeri artık. 

Hayran hayran dar sokaklardan geçerek taş evlerden birisine giriyoruz. Geniş bir avluya açılan ev diğer evler gibi sarı kalker taşından yapılmış. Balkonu, merdiven korkulukları nakış nakış işlenmiş.

  
 

Sırada yarım saat serbest zaman var Midyatı gezmek için. Ancak grubun çoğu kadın olunca Mardin'e kadar bekleyemeden hepimiz buradan alıyoruz telkari işi takıları. Yarım saatin sonunda aynı sokakta buluyorum kendimi. 

Buluşma noktasına geldiğimde bakıyorum ki
Alpaslan ve Yücel ciğer yiyorlar kendime sözüm var en son Likya gezisinden grup ne yaparsa yaparım diye. Çünkü gezi boyunca sadece gün doğumu izlemeye gitmedim ve gezinin en aklıda kalır olayı o sabah oldu. O aklıma geliyor ve hemen bende istiyorum. İyiki de istemişim gezi boyunca yediğim en lezzetli kebaptı diyebilirim.  


Güneydoğu gezimizin 3. günü otelde havuz başında güzel Esracımın sesinden fasıl ile sonlanıyor. Yarın gezimizin son günü ve sırada Mardin var.

18 Temmuz 2013 Perşembe

GÜNEYDOĞU 2. GÜN HARRAN - NEMRUT

Bugün Güneydoğu gezimizin 2. günü sabah erkenden start alıyoruz. Kahvaltıda bazı arkadaşların eksikliği dikkatimi çekiyor. Herhalde uykuyu kahvaltıya tercih ettiler diyorum. Ama işin aslı minibüsümüze binince ortaya çıkıyor. 



Meğer bu arkadaşlar organize olup ciğer dürüm ve bal - kaymak ile kahvaltı etmeye gitmişler. Üstüne bir de katmer yemişler. Hani gönül koymadık değil ama sabah sabah yiyebilir miydim bilemiyorum. Ama sizin aklınızda bulunsun, otel kahvaltısı dışında böyle bir kahvaltı seçeneğiniz daha var Urfa'da.  Aslında Güney Doğu'da demek daha doğru olacak sanırım.






M.Ö 5000'li yıllara uzanıyor Urfa'nın tarihi camiler, hanlar,  hamamlar, eski evler, çarşılar, köprüler... Ancak bugün bizim ilk durağımız geçmişte ilk islam üniversitesinin yer aldığı, binlerce yıllık kültür birikimine sahip Harran. Harran'da ilk durağımız Anadolu'da  bulunan en eski İslam eseri, Harran Ulu Cami diğer adıyla Cennet Cami.


 
M.S 744-50 yılları arasında son Emevi Halifesi II. Mervan tarafından yaptırılmış  Harran Ulu Cami. Döneminin en zengin taş işçiliğiyle yapılan cami görenleri hayran bırakırmış. Öyle ki görenleri güzelliğiyle büyülediği için gezginler Firdevs dermiş camiye.  Bugün ise camiden günümüze kalan, 33 metrelik minaresinin büyük bir kısmı, doğu cephesi, mihrabın ve şadırvanın bir bölümü.









Camiden ayrılıp yürüyerek karşıda görünen, Harran'la birlikte kafamda özdeştirdiğim oval kubbeli tarihi
M.Ö 6000'lere ulaşan, Harran Evlerine gidiyoruz.Buradaki evlerin kubbeleri tuğla ile örülüp dıştan balçık ile sıvanmış. Böylece kışları sıcak yazları serin oluyormuş.






Evlerden konuk evi denen yani  turizme açık olana giriyoruz. Evin odalarını dolaşırken yöresel kıyafetlerle dolu odaya gelince deneyebilirsiniz diyor ev sahibi. O andan itibaren herkes birer Urfa'lı oluyor artık. Ev sahibimiz başımızdaki puşilerin bağlanışını beğenmiyor ''gelin ben bağlıyayım sizin başınızı'' derken bir taraftan da gülüyor. Baş bağlamak buralarda evlilikle eş anlama geliyor çünkü. Başlık parası olarak da
200 - 300 Bin TL teklif ediyor.






Haziran başı ama hava oldukça sıcak serinlemek için bir şeyler içip yeniden düşüyoruz yollara. Bu kez durağımız Fırat Nehri üzerindeki barajların en büyüğü Atatürk Barajı. İnsan eliyle koca bir göl yaratılmış burada tam 817 Km. Atatürk Barajı, Türkiye hidroelektrik santrallerinde üretilen elektriğin % 20'sini tek başına karşılayabilecek kapasitede. Barajın 8 tribünün buradan küçük gibi görünse de aslında içinden koca koca kamyonların geçebileceği büyüklükteymiş.



 


Atatürk Barajı'nın yapay denizini, boy vermiş buğday başaklarını, fıstık ağaçlarını seyre dalıyoruz Adıyaman yolu boyunca. Arada minik fotoğraf molaları da veriyoruz tabi.






Şehre geldiğimizde vakit öğleyi çoktan geçmiş. Hemen kebapçıya atıyoruz kendimizi. Önce ayran çorbaları içiliyor ardından Dövmeç Kebabına geliyor sıra. Közlenmiş patlıcan, biber ve domatesle salata hazırlanıyor, bir tabağa yayılıyor ve üzerinde Adana Kebabı ile servis ediliyor, işte size Dövmeç Kebabı. O kadar acıkmışım ki fotoğraf çekmek bile aklıma gelmemiş. Kebaptan sonra sırada bol fıstıklı künefe var. Künefeyi de son anda fotoğraflamışım görüldüğü üzere. Artık Nemrut'a tırmanmak için enerji tam.


Bizim minibüsümüz dağa çıkamayacağı için araç değiştiriyoruz ancak araçlar küçük olduğu için grup ikiye bölünüyor.   


 


Nemrut yolu üzerinde görülecek çok yer var daha. İşte Karakuş Tümülüsü. Nemrut Dağı Milli Parkı’nın güneybatısında bulunan Karakuş Tümülüsü, Kommagene Kralı II. Mithridates'in annesi İsas ve kız kardeşlerine yaptırdığı bir anıt mezar aslında. MÖ.I.yüzyılın sonlarında 21 metre yüksekliğinde taşların yığılması ile oluşturulmuş. 










Anıtın yapıldığı dönemde Doğu, batı ve güney yönlerde dörder sütun varmış. Günümüze doğuda iki, batıda ve güneyde birer sütun kalmış. Güneydeki sütun üzerinde Kartal, doğudaki sütunlar üzerinde Aslan ve Boğa, batıdaki sütun üzerinde ise Kral 2. Mithridates’in kız kardeşi Laodike ile tokalaşması yer alıyormuş. Muş diyorum çünkü biz bulunduğumuz yer itibarı ile tümülüse adını veren kartal başlı sütunu görebildik. ancak.




 
Nemrut'a doğru yol alırken bu kez Cendere Köprüsü çıkıyor karşımıza. Cendere çayı üzerinde muhteşem bir kanyonun ağzında yer alan köprü, dünyanın hâlen kullanılmakta olan en eski köprülerinden biri. Köprü artık araç trafiğine kapalı ancak 1997 yılına kadar 5 tona kadar araç geçebiliyormuş.  

Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211), karısı ve oğulları adına yaptırılmış köprü. Bu sebeple o dönemde Septimius Severus köprüsü olarak bilinirmiş.








Biz köprüde fotoğraf çekerken rehberimiz köprünün her iki ucunda yer alan korint sütunların hikayesini anlatıyor. Köprü inşa edilirken Kahta tarafında Septimius Severus ve eşine, Sincik tarafında ise oğulları Carakalla ile Geta adına toplam 4 sütun yapılmış. Ancak taht yüzünden yaşanan kardeş kavgası sonucu Caracalla kardeşi Geta’ya öldürmüş ve kardeşine ait her şeyi yerle bir ederken ona ait olan sütunu da yıkmış. Yani iktidarın olduğu her yerde hırs varmış ilk çağlardan beri.



Rehberimizi dinledikten sonra köprünün karşı kıyısına geçiyoruz. Buradan kendime ve arkadaşlarıma minik nemrut heykelleri alıyorum birde dünden menengiç kahvesinin tadı damağımda. Kafe sahibi bizde de var deyince duble olsun o zaman diyorum. Ama yok olmamış Gümrük Han'dakinin tadı bir başka. Bana sorarsanız siz burada soğuk birşeyler için sadece.



Sırada Romalılar tarafından yapılan ve daha sonra Memlükler tarafından restore edilen Şeytan Köprüsü var. Burada da kısa bir fotoğraf molası kadar vaktimiz var. Yine manzaranın muhteşem olduğunu söylememe gerek bile yok. 






 



Sonraki durak Kommagene Kralığının yazlık başkenti Arsemia. İşte Kommagene kralı Antiochos ve güç tanrısı Herakles'in tokalaşmasının sahne ediliği yaklaşık 10 tonluk taş kabartma. Ve onun önünde duran Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtı, yıllara şahitlik ederek zamana meydan okuyor sanki. Haa bu kabartmayı böyle görüpte eee demeyin. Bir kayanın tepesinde aslında.  


Yazıtın hemen yanında başlayan 158 m. derine inen bir tünel. Batısında benzer bir kaya dehlizi daha, indikçe serin hava yüzüne vuruyor insanın. Biz tam bu büyüleyici yerin havasına girerken '' haydi '' diyor rehberimiz ''acele etmezseniz gün batımını kaçıracağız''. Telaşla iniyoruz tepeden.




 




Ve işte bugünün son durağı tanrıların dağı Nemrut'un eteklerindeyiz artık. Gelmeden duyduklarımdan olsa gerek gözümde büyütmüşüm tırmanmayı. Ama çok kolay oldu çıkmak. Hatta gurup içinde zirveye ulaşan ilklerdenim. Ancak kendinize güvenemiyorsanız yada tırmanmanızı engelleyen herhangi bir sağlık sorununuz varsa, tepeye  eşeklerle de çıkmanız mümkün.



Araya sıkıştırmadan geçemiycem, dağa tırmanırken uğur böcekleri dikkatimi çekiyor etrafta. Yükseldikçe daha çok çıkıyorlar karşıma. Sonra dağcı arkadaşlardan öğreniyorum ki, sebebi nedir bilinmez
ama her zirvede bolca bulunurmuş
uğur böcekleri.









İşte 2150 metrede dünyanın 8. harikasında Nemrut'ta tanrıların dağındayım. Burası aynı zamanda UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. İlk tapınağın doğu terası karşılıyor bizi ve işte Kommagene'nin en görkemli kralı I.Antiochos, Tanrıça Thyce, Zeus, Herakles, Apollon. 10 metreyi aşan yüksekliğiyle heybetli bir şekilde karşımda duruyorlar. Çok uzun süredir gelme planları yaptığım için burada olmak inanılmaz bir duygu benim için.




Tanrıların dağında gün doğumunun da, gün batımının da ayrı bir güzel olduğu söyleniyor. Biz geldiğimiz saat itibarı ile gün batımını izlemek üzere batı terasına geçiyoruz. Ve güneş süzülerek gidiyor dağların ardına. Hayal ettiğim kadar olmasa da Nemrut'ta 2000 yıllık tarihin içinde gün batımı izlemek hoş bir duygu. Güneş batınca hava serinlese de biz hazırlıklıyız. Hemen polarları rüzgarlıkları giyiyoruz. Ama gün doğumunun daha serin olduğu söyleniyor aklınızda bulunsun. Hatta bir arkadaşım Nemrutta gün doğumu izledikten zonra Zatürre olarak bunu bizzat tesbit etti.


MÖ.I. yüzyılda Mithridathes ataları olan Persleri, Makedonları ve bölgedeki diğer toplulukları bir araya getirerek kurar Kommagene Krallığını. Bölgede 200 yıl egemenlik süren krallık en parlak dönemini Kral I. Antiochos Dönemi’nde yaşar.

I. Antiochos  batılı Yunanlıların dini ile Doğulu Perslerin dinini birleştirerek yeni bir din kurmayı planlar. Böylece bir dünya dini yaratacak, Nemrut Dağı’nı onun merkezi yapacak ve bu dinin buradan tüm dünyaya yayılmasını sağlayacaktı. Kendisi de bu sayede tüm dünyaya hükmedecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Antiochos Nemrut Dağı’nın en üst noktasına kendisi için görkemli bir anıt mezar, mezar odasının üzerine kırma taşlardan oluşan bir tümülüs ve tümülüsün üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar inşa ettirir. Ancak Antiochos, yapımına başladığı görkemli kutsal alan ve mezar anıtını bitiremeden ölür, mezar anıtı da yarım kalır.

Antiochos tüm dünyaya hükmedememiş ancak yaptırdığı bu anıtla ölümsüzlüğü yakalamış tanrıların dağında.




Günü batırdıktan sonra iniyoruz tanrıların dağından. Otele döndüğümüzde saat neredeyse 10. Öyle yorulmuşuz ki yemeği zor yiyorum. Bir de üstüne Yücel otelden çıkış saati için 7.30 deyince havuz başı sefasını bırakıyorum orada hemen. Yarın yine gün uzun olacak. Diyarbakır, Batman yani Hasan Keyf ve Midyat var proğramda.