1 Ağustos 2013 Perşembe

EDINBURGH / 2012


 


İlk kez 2007'de Londra'da dil okulundayken niyet ettim Edinburgh'a gitmeye. Ancak birlikte gideceğim arkadaşım ayağını kırınca planımız iptal oldu. İkinci program yapışım 2009. Yine bir arkadaşımın sağlık sorunu sebebiyle iptal etmek zorunda kaldık. Artık Edinburgh benim için fobi haline gelmişti. 2012 haziran ortalarında Fatma ''var mı İskoçya'ya gelen'' deyince kendime 3. bir şans vermeye karar verdim. Ancak bu kez de Suriye sınırımızdaki karışıklık içimin pır pır etmesine sebep oldu. Yok yine iptal etmek zorunda kalırsam bu İskoçya sevdasından vazgeçerim artık ben diye düşünmeye başladım.

Seyahat planına uçak biletlerimizi alarak başlıyoruz. THY Edinburgh direkt uçuşlarına yeni başlamış bu sebeple de promosyon var. Ben karar verene kadar bilet fiyatları yükseliyor. Ben de biletimi birikmiş millerimle almaya karar veriyorum. Ancak millerle sadece bussines class'da yer kaldığı için 25 bin mil harcıyorum. Bu arada bileti millerinizle alsanız bile vergisini ödüyorsunuz. Vergi olarak 300 TL ödedim. 

Konaklama için homestay düşünüyoruz. Yol arkadaşım Fatma geçen yıl Londra'ya gittiğinde, ben de dil okulundayken homestay konaklamıştım otelde kalmaktan daha ekonomik hostelden daha lüks oluyor. Homestay yurt dışında çok yaygın bir yöntem. Ailenin bir odasını kiralıyorsunuz ve onların izin verdiği ortak kullanım alanlarınız oluyor. Genellikle oda-kahvaltı yada oda-kahvaltı-akşam yemeği şeklinde oluyor. Ben o ülkedeki insanların yaşam tarzını görmek adına böylesini daha çok seviyorum. Hemde ingilizce konusunda daha çok pratik yapma şansınız oluyor. Konaklama için www.homestaybooking.com adresine bakıyoruz. Bir iki eleme yaptıktan sonra merkeze yürüme mesafesinde, üstelik 12 gün için 2 kişilik oda da kişi başı 165 Pound ödeyeceğimiz Nadia ve Vivien çiftinin evinde konaklamaya karar veriyoruz. Bu ücrete yemek dahil değil ama olsun biz başımızın çaresine bakarız artık.

Kalacağımız yeri de ayarladıktan sonra vize işlemlerine geliyor sıra. İngiltere zor vize veriyor ama Fatma'nın da benimde daha önceden alınmış İngiltere vizemiz olduğu için sorun olacağını sanmıyorum. Ve olmuyor da . Evraklarımızı hazırladıktan sonra vize danışmanlığı yapan bir arkadaşımız bizim için randevu alıyor ve şişlideki World Bridge'e başvurumuzu yapıyoruz ve 3 gün sonra çıkıyor vizemiz. Vize işlemleri bize 330 TL'ye mal oluyor. Daha fazla bilgi için www.visainfoservices.com adresine de bakabilirsiniz.

Bu noktadan sonra sıra seyahat planı yapmaya geliyor. Mart sonu Fatma ile Amsterdam'a gitmiştik, kendisi gezi organizasyonu konusunda süper o yüzden ben sadece şurayı şurayı da görsek iyi olur deyip program yapma işini tamamen ona bırakıyorum.

 21 Ağustos - 1. Gün


   

İşte büyük gün Ramazan Bayramı'nın son, İskoçya aslında Edinburgh seyahatimizin ilk günü. Annem ve yeğenim minik Bahar da Kıbrıs'a uçuyorlar. Onları çıkış kapılarına bıraktıktan sonra kendi çıkış kapıma zor yetişiyorum. 4.30 saatlik uçuşun ardından işte Edinburgh semalarından ilk karemiz. Fatma da ben de çok heyecanlıyız.





Kendimizi Edinburgh'un soğuk havasına hazırlamışız ya hava bize tahminimizden sıcak geliyor. Havalimanından merkeze Lothian Bus 100 numaralı air link otobüsleriyle gidiyoruz. Dönüşte yine bu hattı kullanacağımız için 6 pound ödeyerek gidiş - dönüş bilet alıyoruz. 30-40 dakika süren otobüsün yolculuğumuzun son durağı Waverly Station. Burası tren, otobüs, taksi ağının birleştiği nokta. Buradan da eve taksi ile gidiyoruz. Taksiye 7 pound ödüyoruz. Evde, ev sahibimiz Nadia karşılıyor bizi. Çayla tereyağlı İskoç bisküvisi shortbread ikram ediyor bize, hem de ev yapımı. Nadia bizim için yapılabilecekler listesi hazırlamış ama Fatma'nın programını görünce ''ooo sizin buna ihtiyacınız yok'' deyip eve nasıl gidip geleceğimizi hangi otobüsleri kullanabileceğimizi söylüyor. Odamıza hızlıca yerleştikten sonra kendimizi sokağa atıyoruz.



Amacımız Royal Mile gitmek. Ancak nasılsa kendimizi Arthur Seat'ın eteklerinde buluyoruz. Aslında programımızda Arthur Seat'e çıkmak da var ama hava biraz yağsam mı yağmasam mı dediği için sonraya erteliyoruz.  Sora sora ulaşıyoruz  Royal Mile'a.


Royal Mile bizim İstiklal Caddesi gibi bir yer. Caddenin bir başında Edinburgh Kalesi, diğer ucunda ise Holyrood Sarayı yer alıyor. Biz özellikle Fringe Festivali zamanını seçtiğimiz için her yer cıvıl cıvıl. Dans edenler, şarkı söyleyenler, ilginç kostümlerle dolaşanlar. Her köşede bir başkası performans sergiliyor. Nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Şehir, insanlar büyülüyor bizi.
Ortadaki resim dünyanın en fazla pirsingine sahip kadını
İlk gün Royal Mile'ı keşifle geçiyor. Ara sokaklara, dükkanlara girip çıkıyoruz. Londra'dayken bana İskoç aksanının anlaşılmaz olduğunu söylemişlerdi dikkat ettim İngiliz aksanından daha kolay anlıyorum. Sebebi ise 'r' harfini kullanmaları. Biz de konuşurken 'r' harfini düşürmekte zorlandığımız için gayet anlaşılır buluyorum İskoç aksanını. 

İlk günün sonunda kendimize sonraki günler için yemek ve kahvaltı alışverişi yapıp eve vardığımızda saat neredeyse 23.30.  O kadar yorgunuz ki kendimize İstanbul'dan getirdiğimiz çabuk çorbalardan birer kupa zor yapıyoruz. Tabanlarımız zonklarken yarının programına hazır uykunun dinlendirici kollarına bırakıyoruz kendimizi.   

22 Ağustos - 2. Gün

Evde kahvaltımızı yapıp öğle için sandviçlerimizi hazırladıktan sonra  Edinburgh'ta ikinci günümüze hazırız. Bugün Edinburgh Kalesi ile başlayacağız programa. Hem şehri keşfetmek hemde Edinburgh'un sabah havasını solumak için yürüyerek gidiyoruz kaleye. İçinde festival çadırları olan The Meadow'dan (parkın adı) geçiyoruz. Gözlerimiz yeşile doyuyor.  Ama kendimizi doğanın güzelliğine kaptırınca yolumuz tahminimizden uzun sürüyor.

 

 

 

Kaleye giriş için tam biz bilet sırasındayken  sağnak bastırıyor. Gerçi şemsiye, yağmurluk, polar, tüm hava şartlarına hazırlıklıyız. Biz biletimiz alana kadar yağmur duruyor. Burada böyle 15-20 dakika yağıyor sonra açıyor. Kale girişi için kişi başı 16 pound ödüyoruz.  

 

Kaleden Edinburgh muhteşem görünüyor

            

 

 

Volkanik kayaların üzerine inşa edilmiş olan Edinburgh Kalesi şehrin sembolü olmuş. Şehrin pek çok yerinden görülüyor. Kalede gezecek görecek o kadar çok şey var ki. Savaş müzesi, kraliyet bölümü, zindan, hapishane, Chapel... Doğal olarak kale gezimiz planladığımızdan uzun sürüyor.





 

Kale gezimizi tamamladıktan sonra doğruca Princes Street'e gidiyoruz. İlk durağımız Turizm Danışma Ofisi. Buradan kendimize Edinburgh Pass alacağız. Edinburgh Pass bizim müze kart gibi. Edinburgh'da görülmesi gereken pek çok yerde geçiyor. Ama o pek çok yeri gezebilmek sizin hızınıza ve günü planlamanıza kalmış. Fatma sırada beklerken ben Londra'dan kalan ama İskoçya'da kullanılmayan sterlinlerimi değiştirmek için kendime banka arıyorum. Neyse ki oralarda tatile falan denk gelmedim ve Barclays Bank yetişti imdadıma. 

Turizm Ofisi'nden hem 3 günlük Edinburgh Pass'larımızı hem de Inverness Loch Ness turu için biletlerimizi alıyoruz. Bu arada günün belli saatlerinde indirim oluyormuş biz bilmeden ona denk geliyoruz. 50 pound olan Edinburgh Pass'ı 41 pounda alıyoruz. Loch Ness turu içinde yine 41 pound ödüyoruz. Bugünün geri kalanını alışveriş için ayırmıştık Fatma ile ayrıldıktan sonra ben kendimi Primark'a atıp şöyle bir ne var ne yok keşfedip, alış verişi ikinci tura bırakıyorum. 

 

Akşam yemeği için evdeyiz. Kendimize üzerindeki tarifle makarna yapmaya kalkınca biraz çorba kıvamında ama çok lezzetli bir şey çıkıyor ortaya. Şimdi yanlış anlaşılmasın yemek bloğu da yazan birisi olarak makarna yapmayı bilmediğimden değil, İskoç usulü olsun diye tarife baktık yani. Yemekten sonra sıra Edinburgh gecelerini keşfe geliyor.  Royal Mile üzerinde bir Pub'da buluyoruz kendimizi.


23 Ağustos - 3. Gün

Dün 3 günlük Edinburgh Pass aldığımızı söylemiştim, o yüzden bugün bizim için hızlı bir gün olacak. Kartımız 3 günlük ve bu kartları ardışık günlerde kullanabiliyorsunuz. O yüzden de biz planlama yaparken birbirine yakın ve geçişi kolay noktaları seçmeye çalıştık. 



İlk durağımız Edinburgh Hayvanat Bahçesi. Girişte görevli Pandaları da görmek istiyorsanız randevu almanız gerekiyor diyor. Biz uzun kalmayacağımızı düşünerek randevu almıyoruz. Onu da görelim, bunu da görelim, orada oturalım, temiz hava, çayır, çimen derken bir bakıyoruz ki 3.5 saat olmuş hayvanat bahçesine geleli. Pandalar için de randevu alabilirmişiz diye hayıflanıp gördüklerimizle yetinerek çıkıyoruz hayvanat bahçesinden.

 



Bugün 2. durağımız Lauriston Castle. Burası 1590'larda inşa edilmiş bir şato. O kadar yol geldikten sonra kapıda kalıyoruz. Meğerse buraya günde bir kez o da 14.00'te rehber eşliğinde tur düzenleniyormuş. Ancak biz 15.00'i biraz geçe burada olduğumuz için  broşürü hakkıyla okumamanın cezası olarak şatoya dıştan bakmakla yetinip tekrar merkeze dönüyoruz. 


Sıra Edinburgh Zindanları'nda. Rehber eşliğinde geziyoruz burayı. Yarı dalga geçerek yarı ciddi anlatıyorlar o dönemde yaşananları. Gerçekten ürkütücü, hani anlatırken dalga geçmeseler, dört dörtlük anlasam her şeyi, karanlığa kendi hayal gücümü de ekleyince yeterince korkabilirim diye düşünüyorum. Hatta son bölümde gerçekten korkutuyorlar da. Bir de o suratla fotoğrafınızı çekip çıkışta satıyorlar. Siz giriş kapısında beklerken içerden gelen çığlıklar bu son bölümde olanlar. Ne olduğunu yazmayayım ki gidenler tadını çıkartabilsin. 


 

Edinburgh Zindanlarından çıkıp koşa koşa Camera Obuscura'ya gidiyoruz. Bu latince de karanlık oda demekmiş. İlginizi çekerse burada çeşit çeşit kamera oyunları, üç boyutlu aynalar ne ararsan var. Korkunun ardından illüzyon iyi geliyor bize. En çok da dönen köprüyü seviyoruz. 





Hala biraz daha enerjimiz var. Onu da Auld Reekie Tourlardan birisine katılarak harcıyoruz. Auld Reekie eski duman demekmiş. 


Önce dar sokak aralarında başlıyor turumuz. Evlerin altındaki geçitlerden geçiyoruz. Orta çağ hikayelerini dinleyip o dönemin işkence aletleriyle tanışıyoruz ve Orta çağın ne kadar karanlık bir dönem olduğuna tanıklık ediyoruz. 

24 Ağustos - 4. Gün

Yine sıkı bir program bekliyor bizi. Bugün programımız Edinburgh'un biraz dışında başlıyor. South Queensferry Hopetoun House'u ziyaret edip ardından Forth nehrinde tekne turuna katılacağız. O yüzden sabah evden erken çıkmayı planlıyoruz. Ancak keyif yaparken evden çıkmamız gecikince ancak 9.50 otobüsünü yakalıyoruz. Edinburgh'ta bir kaç otobüs şirketi var. Queensferry'e gitmek için First bus firmasını kullanıyoruz. Önce gezelim sonra tekne turu yaparken dinleniriz diye planlayıp ilk Hopetoun House'a gitmeye karar veriyoruz. Kendisini hala bile sevgi ile andığım otobüs şoförü 5 dakika yürüme mesafesi diyor. Önce evlerin arasında yürümeye başlıyoruz. Yolda satılık bir ev görünce Fatma ile gaza gelip hemen zile basıp evi geziyoruz. 4 oda 1 salon ayrıca yemek odası var. 200 bin pound diyor ev sahibi. Çok hoşumuza gidiyor hani paramız olsa gaza gelip alacağız. 


Rabia değil 4. gün diyorum sadece
Ev sahibiyle vedalaşıp  yolumuza devam ediyoruz bu arada kaçıncı 5 dakika bilmiyorum ama yeni aldığım spor ayakkabıların ayağımı vurmaya başladığını biliyorum. O yüzden de yol bana daha uzun geliyor. Artık evler bitti ve ormanlık bir arazide yürümeye başladık arada geçen bir iki araç dışında ortada kimsecikler yok. Hani Türkiye'de olsa yalnız başımıza yürümeye cesaret edemeyeceğim bir yer. 55 dakikanın sonunda ev karşıda görününce nedense altın bulmuş gibi oluyorum.




300 yıldan fazla bir zamandır Hope ailesine ait bir ev burası. Ailenin bugünkü bireyleri evi boşaltıp yandaki binaya taşınmış ve evi ziyarete açmışlar. Burada gönüllü rehberlik yapan emekliler karşılıyor bizi. Her bölümü birisi gezdiriyor. Böylece hem kendileri sosyalleşiyorlar hemde gelenlere yardımcı oluyorlarmış. Bir taraftan sohbet ederken bir taraftan evi geziyoruz. Kendimi o yüzyıla gitmiş gibi hissediyorum. Çok güzel ama çok gösterişli geliyor bana her şey. Evin büyük salon düğünler için de kiralanıyormuş. Edinburgh'da evlenmeye karar verirseniz bir bakın derim. 


Evin içini gezdikten sonra arkadaki büyük bahçeye çıkıyoruz. Görebilirseniz geyikler var bahçede diyorlar. Biraz yürüyoruz ancak tekne turuna geç kalmamak için geyikleri görmekten vazgeçiyoruz. Hiç kimse bana o yolu dönüşte yürütemez, üstelik yağmurda yağacak gibi. Önce taksi durağını aratıyoruz ama şansa bak durakta taksi yokmuş. Yüzsüzlüğü ele alıp parka yürüyüş için gelen ailelerden birisine rica ediyorum yarı gönüllü yarı gönülsüz kabul ediyor bizi merkeze kadar bırakmayı, ama ben hiç aldırmıyorum. 

 

Araçtan indiğimiz noktadan 14.00'teki tekneyi yakalamak için koşmamız gerekiyor. Su toplamış ayaklarımla koşuyorum ancak kaçırıyoruz. Artık iskeleye yakın kafelerden birinde oturup öğle yemeği niyetine sandviçlerimizi yiyerek manzaranın tadını çıkartmak kalıyor bize. 







15.30'daki son tekne turuna katılabiliyoruz ancak. Bir demir yolu köprüsü olan Forth Bridge ve minik adacıklar bu turdan aklımda kalan. Köprünün inşası tam 7 yıl sürmüş ve 58 bin ton çelik kullanılmış. 






Edinburgh merkeze döner dönmez kendimi St. James alışveriş merkezinin içindeki Mountain Warehouse'a atıp, buradan bir sandalet alarak sabahtan beri işkence çekmekte olan ayaklarımı rahatlatıyorum. 


Ayaklarım rahatladıktan sonra bu kez de 19.30'da başlayan Graveyard turuna katılıyoruz. Yine rehber eşliğinde Edinburgh'un sokak aralarında İskoç hikayelerini, mitlerini dinleyerek mezarlıkları dolaşıyoruz. Half Hanged Mary bu hikayelerden biri. Mary Webster o dönemde büyücülük yapmakla suçlanıyor ve idamına karar verilip asılıyor. Bütün gece asılı kalıyor ertesi sabah geldiklerinde hala canlı buluyorlar Mary Webster'ı ve 14 yıl daha yaşıyor. Ve dilden dile dolaşan Half Hanged Mary hikayesi oluşuyor. Graveyard turumuz ekonomist Adam Smith'in mezarı başında son buluyor.

Graveyard turumuz da bitiyor ama günümüz hala bitmiyor. Merkeze yakın konaklamanın avantajı olarak eve ugrayıp kendimizi yeniledikten sonra ''Enerji budur gerisi boş'' diyerek bu kez de biraz eğlenmek için yeniden dışarı çıkıyoruz..


25 Ağustos- 5. Gün

Edinburgh'da 5. günümüz yine uzun bir gün bizi bekliyor çünkü pass card'larımızın son günü. Bakalım ne kadar yer gezebileceğiz. İlk durağımız Dynamic Earth. Burada  gezegenimizin oluşumu ile ilgi bir belgesel izleyerek başlıyoruz güne. Bir zaman makinesine binip taaa Big Bang'e kadar gidip oradan günümüze geliyoruz. Samanyolunda, lavların arasında, buzul çağda dolaşıyoruz.


Bir sonraki durak Botanic Royal Garden. Burası için hayatımda gördüğüm en güzel bahçe diyebilirim.


Yağmur ormanları, çöl bitkileri,çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler.. 


İnsanın çıkası gelmiyor buradan. Vakit kalırsa İstanbul'a dönmeden bir kez daha gelelim diye çıkıyoruz Botanic Royal Garden'den.





Sıra Scottish National Gallery'de. Van Gogh'tan Kandisky'ye sergisi var burada. Heyecanlanıyoruz ama Van Gogh'un ancak iki eserini görebilmek nasip oluyor. Gauguin'li Kandinsky'li Van Gogh'lu hızlı bir gezinin ardından Picasso sergisine geçiyoruz.


Müze görevlisi zaman kalmadı sergiyi gezemezsiniz diye bizi içeri almak istemiyor ama biz ''pass kartlarımızın son günü görebildiğimiz kadar gezeriz lütfeeen'' deyince ısrarlarımıza dayanamayıp pekiyi diyor. Picasso'yu müze kapanana kadar geziyoruz ancak çıkışta bizi Edinburgh'un muhteşem yağmuru bekliyor. Yağmur dinene kadar kapının önünde bekliyoruz. Allahtan yağmurun hırsı çabuk geçiyor burada.




Pass kartımızı son olarak Pub turu ile kapatmak istiyoruz. Ancak turu organize eden rehber hastalandığı için bu tura katılamıyoruz. Pub turunda bir rehber eşliğinde her pubda 5-10 dakika durarak pub geleneğinin tarihi anlatılıyor. Bu tura dahil olamadık ama bu sayede eski pubların bulunduğu sokağı keşfetmiş olduk. 

Bilmiyorum bizim kadar pass kartın hakkını veren oldu mu? Üşenmedim saydım tam 13 noktada kullanmışız.

Bugün akşam için kendimize Nando's'ta ziyafet çekmeye karar verdik. Sanıyorum kişi başı 10-12 pound civarında bir ücret ödemiştik.

Yemekten sonra kendimize takılacak bir yer ararken gözümüze bir Irish Pub ilişiyor, hemen giriyoruz. İçerde muhteşem bir eğlence var, canlı müzik yapıyorlar. Eğlence güzel ama biz 22.30 da havai fişek gösterisini izlemek üzere ayrılıyoruz. Ancak bugün gösteri gece yarısıymış, sabah erkenden Loch Ness turuna katılmak üzere yola çıkacağız. Bir daha ki sefere deyip evin yolunu tutuyoruz erkenden.


26 Ağustos - 6. Gün

Her sabah güne erken başlama kararı alıyoruz ama bu sabah gerçekten erken başlıyoruz. Sabah 8'de Inverness'e gitmek üzere tur şirketindeyiz (High Land Explorer). Yola çıkışımız 8.30'u buluyor. Eşsiz İskoçya manzarası eşliğinde koyuluyoruz yola. Şehirden uzaklaştıkça dağlar yükselmeye başlıyor önümüzde. Dikkat ediyorum dağlarda ağaç az ama her yer yemyeşil. Tepeler ise mor çiçeklerle bezeli. Demek türküde geçen mor dağlar bunlar deyip gülümsüyorum.

 

 

Yol boyunca bir kahve ve alış veriş bir de fotoğraf molası veriyoruz. Gayda sesini bir High Land'lıdan dinleyip fotoğraflama şansını da yakalıyoruz bu molada.

Yaklaşık 4 saat sürüyor Loch Ness'e ulaşmamız. Şirin mi şirin bir kasaba karşılıyor bizi.

 

Bizim Van Gölü'nün olduğu gibi Loch Ness'in de canavarı var. Bölge halkı ona Nessie adını vermiş. Bizim canavar gibi onu da henüz gören olmamış hatta onu görüp fotoğraflayana yüklüce bir ödül bile var. Burada kafelerde oturup vakit geçirmeniz mümkün ancak biz tekne turu yapmayı tercih ediyoruz. Belki canavarı görür fotoğraflarız değil mi? 

 

 

Loch Ness'in rengi çok ilginç geldi bana siyaha yakın kahverengi diyebilirim. Neden siyah olduğunu merak edip dönünce araştırdım. Sadece çok derin olmasıymış sebep, şaşırtıcı. Tekne turu süresince bol bol fotoğraf çektik canavarın suya indiği noktayı gördük ama kendisini görüp fotoğraflayamadık. Ödül de hayal olarak kaldı anlayacağınız.

 

Bu tura giderken sıkı giyinmenizi öneririm. Highland'a çıktığınız için hava biraz soğuyor. Eee tekne de hareket halinde olduğu için biraz daha esintili oluyor. Bu arada tur yaklaşık 1 saat sürüyor ve 12 Pound ödemiştik.

Dönüş yolunun büyük bir kısmını uyuyarak geçiriyorum. Akşama enerji toplamak lazım planımız dünkü Irish Pub'a gidip dans etmek. Edinburgh'a varınca fark ediyorum ki yorulmuşuz aslında, eve gidersem tekrar dışarı çıkamam. Sen git diyorum Fatma'ya ben seni pubda beklerim. Irish puba gidip kendime bir cider söyleyerek Fatma gelene kadar İrlanda müziğinin tadını çıkartıyorum. Bu arada orada İspanyol bir pilot ile tanışıp sohbet etmeye başlıyoruz. Ryanair de çalışıyormuş. İşi gereği bir süredir burada yaşıyormuş alışamadım Edinburgh'a çok soğuk diyor. Bir de ertesi sabah  erken uçuşu olduğunu söylüyor. Sanıyorum bundan böyle Ryanair'la hele de sabah uçuşu yapmam gerekirse iki kere düşüneceğim.


27 Ağustos - 7. Gün

Bugün programımızda Glasgow var.  Evde kahvaltı keyfi yapıp biraz geç çıkıyoruz. Geç çıkıyoruz, çünkü saat onu geçti mi ulaşım daha ucuz oluyor sebep o. Gidiş - dönüş için 10 pound ödüyoruz. Oldukça ıslak bir hava ile karşılıyor Glasgow bizi.

 

Edinburgh ve Glasgow birbirinden çok farklı iki şehir. İskoçya'nın en büyük şehri olan Glasgow  bir sanayi şehri. Edinburgh mimari olarak ne kadar eskiye bağlı kalmışsa Glasgow da o kadar modern.  Bunlar eski Glasgow'dan yakalayabildiğimiz bir kaç kare.

 

 

Burada aksan da çok farklı. Cümlenin başını yakalıyorsunuz sonunu anlayabilene aşk olsun. Fatma'nın da benimde hoşumuza gidiyor bu aksan. Her fırsatta birilerine bir şey soruyoruz. Amaç biraz Glasgow aksanı dinlemek tabi. 

 

Glasgow'da görülecek bir sürü yer var ancak yağmur muhalefeti sebebiyle hiç birisini göremiyoruz. Biz de kendimizi alışverişe veriyoruz. Kendimi Mountain Warehouse'a atıp trekkingle ilgili bütün ekipmanımı tamamlıyorum. 

Dönüşte görüyoruz ki city bus ile hop on hop off yaparak görmek istediğimiz her yeri görebilirmişiz aslında. Neyse artık bir daha ki sefere biz İskoçya'yı çok sevdik zaten muhtemelen tekrarını yaparız.

 

 

Bu akşam Fatma'nın arkadaşı Semanta ile buluşuyoruz. Tesadüfen o da burada. Amerikan asıllı tatlı bir kız. Couchsurfing ile seyahat ediyor. Zaten Fatma ile de İstanbul seyahati sırasında tanışmışlar. 

 

 

Semanta bizi Elephant Cafe'ye götürüyor. Burası Harry Potter hikayelerinin doğduğu yermiş. Burada yediğimiz nefis cheesecake ve kahvenin ardından biz de onu bizim gözde eğlence mekanımız Irish Pub'a götürüyoruz. Haftasonu kadar olmasa da hafta içi de eğlenceli bu mekan. 

 

 

 28 Ağustos - 8. Gün Stirling

Güneşli bir Edinburgh sabahına uyandık. Bugün planımız Stirling'e gidip Wiliam Wallace Anıtı'nı ve Stirling Kalesini görmek. Ama Stirling'e gitmeden önce Edinburgh Müzesini geziyoruz. Böylece hem gezilecekler listesinden bir yer daha bitirip hem de Stirling'e daha ucuza gidiyoruz. Normalde 9 pound olan gidiş - dönüş bileti 4 pounda alıyoruz.

 

 

 

 

İlk olarak Wallace'ın anıtını göreceğiz Stirling'de. Otobüsle anıta kadar gidemiyoruz. Bir noktada inip yürümek gerekiyor. Anıtı görüyoruz ama ne kadar sürecek kestiremiyoruz. Koyuluyoruz yola.

Fatma'yla sohbet ederken ne kadar sürdü yol hatırlamıyorum ama anıtın bulunduğu bölgeye geldikten sonra anıta tırmanmamız 10 dakika sürdü. Çok güzel bir patikadan muhteşem yeşilin tadını çıkartarak ulaştık William Wallece'ın anıtına. 

 

Anıta ulaşıp da Stirling'e tepeden bakınca büyüleniyorum adeta. Kıvrıla kıvrıla uzanan Forth Nehri ve karşıda Stirling Kalesi ek olarak da gözünüzün alabildiğince yeşil. 

Braveheart filmi ve Mel Gibson'un Freedoom diye bağıran sesi geliyor  kulağıma. Özgürlük için şu aşağıdaki düzlükte mi savaştılar acaba diye düşünmekten alamıyorum kendimi. 

Anıtın içini ziyaret etmek isterseniz giriş 8.25 pound. Bir an tereddüt ediyorum ama ya sonra bir daha gelemezsem deyip giriyorum. Anıtın tepesine çıkmak için 246 basamak tırmanmanız gerekiyor. Neyse ki tamamını bir çırpıda çıkmanız gerekmiyor. Tepeye çıkana kadar 3 ayrı kat yapmışlar. Bu katlarda İskoçların özgürlük hikayelerini dinlerken soluklanma fırsatı buluyorsunuz.

 

 

 

Anıtın tepesinde manzara bir o kadar daha güzelleşiyor. Ancak burada rüzgar o kadar şiddetli ki hayatımda ilk kez çok zayıf değilim diye seviniyorum. Rüzgarın şiddetinden ayakta duramıyorsunuz. Ama görüntü o kadar güzel ki aşağı inesimiz gelmiyor. Her köşede fotoğraf çekiyoruz.  

 

Anıttan inip kaleye varmamız 17:00'yi buluyor. Zaten kalenin içini gezmeme kararı almıştık kapanmış olmasına üzülmüyoruz. Kaleyi dıştan fotoğraflarken akşama İskoç polis bandosu ve öğrencilerin dans gösterisi olduğunu öğreniyoruz.

 

 

Hemen otobüsü kaçırırsak Edinburgh'a nasıl döneriz araştırması yapıyoruz. Trenle dönebileceğimizi öğrenince kalıp programı izlemeye karar veriyoruz. Program 19:15'te başlayacak daha vakit var yani. Önce biraz çevreyi keşfediyoruz, sonra da bir şeyler içmek için eski olduğu belli The Portcullis Inn'e giriyoruz.




Ne yesek diye menüye bakarken yan tarafımızda oturan oranın yerlisi bey efendi ''steak yemenizi öneririm, burada güzel yaparlar'' diyor. Onun sözü üzerine denemeye karar veriyoruz. Gerçekten haklıymış nefis bir steak geliyor. Yolunuz Stirlinge düşerse ben de size The Portcullis Inn'de steak yemenizi öneririm. Burada steak 16.50 pound ama porsiyon iki kişiyi rahatlıkla doyuracak kadar büyük.  Yada en azından Fatma ile beni doyuracak kadar diyelim.



Önce İskoç öğrencilerin danslarını izliyoruz. Ardından polis bandosunu. Çok hoşumuza gidiyor iyi ki kalmışız diyoruz. Hani programlasak ancak bu kadar denk getirebilirdik. Cuma akşamı Ceilidh dans öğrenmeye gideceğiz buradan da bir kaç high land dans figürü kapıyoruz. 


Gösterinin ardından 9.06 trenine biniyoruz, Stirling'den Edinburgh'a tek yön tren bileti 7.70 pound. Saat 10:00 civarı Edinburgh'a varıyoruz. Amacımız bugün eve erken gitmek ancak yol üstündeki pubdan gelen müziği duyunca içeri girmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Hazır İskoç müziği bulmuşken bugün öğrendiğimiz bir iki figürü kullanma şansını da yakalamış oluyoruz böylece. İskoç müzikleri çok hoşuma gidiyor. Önceki yaşam diye bir şey varsa kesin ben bir İskoç olmalıyım. 

29 Ağustos - 9. Gün

,Bugün için planımız hava güzel olursa park bahçe, yağmurlu ise müze gezmek. Görünen o ki müze gezmek zorunda kalacağız. Dünkü havadan eser yok Edinburgh gerçek yüzünü göstermeye başlamış gibi.

Bugün bir de İngiltere'den misafirimiz var Fatma'nın arkadaşı Tanya geliyor. Önce Waverly'de onu karşılayarak başlıyoruz güne. Tanya'nın kalacağı Guest House merkeze uzak akşama kadar elindeki bavulla gezmesin diye onun eşyalarını otobüs garındaki emanete bırakıyoruz. 



Yağmur hazır fırsat vermişken hemen Calton Hill'e tırmanıyoruz. Edinburgh'da doğa, tarih ve şehir iç içe. İşte şehrin ortasında bir tepe burası. Şehirden uzak ama şehrin göbeğindesiniz. Eski ve yeni Edinburgh'u tepeden görüntüleme şansı yakalıyoruz.



Nelson Monumet'ın içerisini gezmeyip dışarıdan görüntülemekle yetiniyoruz. Bu arada yağmura yakalanınca bir kuytuda dinmesini bekliyoruz.



Bugün yağmurdan kaçamayacağımızı anlayınca önce Childhood Müzesine gidiyoruz. Burada geçmişten günümüze oyunlar ve oyuncaklar sergileniyor. Bazı karakterleri biz de tanıyoruz ancak bizim hiç bilmediğimiz oyunlar ve oyuncaklarda var. En fazla yarım saatte gezebileceğiniz bir müze.


    
Childhood müzesinden sonra Scottish National Museum'a gidiyoruz. Burada bilimden, tarihe, uzaydan sanayiye, hayvanlar aleminden keşiflere çeşitli galeriler yer alıyor. Galerilerden birinde tanıdık bir yüz karşılıyor bizi. İlk kopya koyun Dolly.



 

Müze gezimizin ardından saat 06.00 civarı bir taraftan güneş yüzünü gösterirken bir taraftan da yağmur yağmaya devam ediyor. Ve işte gök kuşağı, hem de iki tane. Gök kuşağı görmek oldum olası mutlu etmiştir beni. Bir taraftan sevinç çığlıkları atarken bir taraftan da fotoğraflıyoruz.

9. günümüz  misafirimizle Pizza Express'te yenen pizzanın ardında yine pubda müzik dinleyerek son buluyor.


30 Ağustos - 10. Gün

Bugün gezimizin 10. günü. Edinburgh'da güneşli bir sabaha uyanıyoruz. Güneşli sabahları vurguluyorum çünkü Ağustos olmasına rağmen buralarda güneşi görmek zor. Ev sahibimiz Nadia ile vedalaşıyoruz. Bir kaç günlüğüne Fransa'ya gidecekler. Vivien'in ailesi orada yaşıyor. Anlayacağınız son iki gün yalnızız evde.

 

 

 

Önce Tanya ile buluşup birlikte National Potrait Gallery'yi geziyoruz. Sanıyorum artık müze gezmekten sıkıldım aşırı doz yaptı. Müzenin ardından kendimizi Princes Secret Garden'a atıyoruz. Bayılıyorum bu yabancıların bahçe olayına. Edinburgh kalesine karşı, öğle yemeği niyetine sandöviçlerimizi yedikten sonra Tanya'yı Waverly tren istasyonuna bırakıyoruz. 


Sıra bir önceki misafirimiz Samanta'nın söylediği Duddingston'daki The Sheep Heid Inn'i bulmaya geldi. Burası Edinburgh'un biraz dışında geçmişi 1306'ya kadar uzanan çok güzel dekore edilmiş bir pub. Biraz hava almak için bahçesine çıkınca insanların bowling oynadığını görüyoruz.

Bowling dediysem modern bir salon gelmesin gözünüzün önüne. İnsanların lobutları elleriyle dizdiği bir yer burası. Eskiden öyleymiş, insanlar bowling oynarken lobutları elle dizerlermiş.

Buranında yemeklerini, özellikle kalamar tavasını denemenizi tavsiye ediyorum. Ayıptır söylemesi biz 2 porsiyon yedik.

 

Niyetimiz buradan çıkıp Arthur's Seat'e gidip Edinburgh'a tepeden bakmak. Ancak kendimizi Duddingston Loch'un kıyısında buluyoruz. Yine muhteşem bir manzara, fotoğraf çekmeye doyamıyoruz. 

 

 

Bu arada yanımızdaki ekmeklerle göldeki ördekleri beslemeye kalkışınca hepsi başımıza üşüşüyor. Elimdeki fotoğraf makinesini bile yemeye kalkıyorlar. Baktık olmuyor Fatmayla yiğitliğin %80'ine sığınıp tabanları yağlıyoruz.

Buradan sonra yeniden sora sora Arthur's Seat'a doğru yola koyuluyoruz. Az gidiyoruz uz gidiyoruz ama bir türlü ulaşamıyoruz. Patikada bitince arayıştan vazgeçip geri dönüyoruz. Arthur's Seat'ten Edinburgh'a bakış bir dahaki Edinburgh gezisine kalıyor artık. 

Yarın Edinburgh'da son günümüz o yüzden eve dönüş yolunda alış veriş işinin büyük bir kısmını tamamlıyoruz. Gün ise artık bizim için son durak halini alan Irish Pub'da son buluyor. 

 

 

31 Ağustos - 11. Gün

Bugün Edinburgh'ta son günümüz. 11 gün nasıl geçti hiç anlamadım. Niyetim bugün kafelerde oturup Edinburgh'un tadını çıkartmak ama Fatma Rosslyn Chapel'e gidelim deyince aklıma Da Vinci Şifresi geliyor, olur diyorum. 

Chapele ulaşmamız otobüsle 1 saatten fazla sürüyor. Bir bakıyoruz ki son durakta inenlerin neredeyse tamamı bizim gibi Chapele gidiyor. Chapel hafta içi 09.30-18.00 hafta sonu ise 12.00-16.45 arası ziyaret edilebiliyor. Giriş ücreti ise 9 pound.


 

Daha kapıdan girerken büyüleniyoruz. O taş işçilği oymalar, figürler görülmeye değer. Dışarıda bol bol fotoğraf çekiyoruz ancak içerde fotoğraf çekimine izin verilmiyor. 1446 yılında inşa edilen Rosslyn Chapel'de o dönemin kiliselerinde yapmaya cesaret edemedikleri figürler yer alıyor. Ayrıca Chapel'in Tapınak Şovalyeleri ve Masonlar için de önemli bir yeri olduğu söyleniyor. 

 


Günün geri kalanını Edinburgh merkezde geçiriyoruz. Akşam Geleneksel İskoç Dansı öğrenmek için Ghillie Dhu'ya gideceğiz. Samanta söylemişti, önce dans öğretiyorlarmış sonra da hep birlikte dans ediliyormuş. Ghillie Dhu'yu bulmamız biraz zor oluyor ama sonunda buluyoruz. Giriş ücretili, not almamışım ama sanırım 3 pound ödemiştik. Yine çok eğleniyoruz, Edinburgh'a yolunuz düşerse mutlaka gidin derim. Bu arada Ghillie Dhu bir kaç katlı bir bar. Her katta ayrı bir etkinlik oluyor. Burada yemek yemeniz de yiyebiliyorsunuz.

 

1 Eylül - 12. Gün

Ve Edinburgh'da son saatlerimiz. Uçuşumuz öğle olduğu için kahvaltının ardından yine Airlink 100 nolu otobüsle doğruca havalimanına gidiyoruz. 

 

Ayrılmadan önce havalimanında fotoğraf çekelim derken gelişte fark etmediğim '' Wellcome to Edinburgh, this is home'' yazısı dikkatimi çekiyor. Gerçekten 12 günde o kadar alıştık ki sanki evimizden ayrılıyormuşuz gibi geliyor. 

 

 

 

Eğer seyahat etmeyi seviyorsanız Edinburgh'a mutlaka gidin derim. Haziran hava koşulları açısından en uygun tarihmiş Edinburgh için. Ama Ağustos da Fringe dönemine denk geldiği için çok eğlenceli oluyor tercih size kalmış. Haa bir de ev sahibimizin söylediği kadarıyla noel zamanı hoş oluyormuş benden söylemesi.

 

 

 

8 yorum:

  1. çok güzeldi baharcım ... inşallah tekrarları olsun

    YanıtlaSil
  2. Evet bu kez Nadia ve Vivien'in dediği gibi kamp yapmaya gidelim
    :)

    YanıtlaSil
  3. Edinburgh yollarına düşmeden önce blogunuza konuk oldum ve sayenizde bilgilendim. Umarım bizim seyahatte sizin yolculuğunuz gibi keyifli olur ve Edinburgh lezzetli bir seyahat olarak anılarımıza karışır.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok keyifli bir seyat olsun sizin ki de. Şimdiden eğlenceler diliyorum

      Sil
  4. Bende suan skotlanddayim yazilariniz plan yapmamda.cok faydali oldu .tesekkurler

    YanıtlaSil
  5. Umarım sizin tatiliniz de çok güzel geçmiştir

    YanıtlaSil
  6. yaşamış gibi oldum bahar'cım yüreğine sağlık:) esra ayazoglu

    YanıtlaSil
  7. Çök güzel yazıyorsun, devam. Tebrikler.

    YanıtlaSil